03.08.11, 01:59 | #1 |
Yakın Tarih 1
2. Tek Parti (CHP) dönem
Levhalar disariya çikartilamadi Fatih'in Aksemseddin hazretlerinin 1 Haziran 1453 tarihindeki hutbesiyle ilk defa cuma namazi kildigi Ayasofya Câmii, fethin sembolü, Fatih'in ise öz ve öz fetih ganimetiydi. Fatih, Bizans hazinelerinden kendi payina düsen milyonlarca altin lira'yi reddetmis ve sadece Ayasofya'ya talip olmustu. Ayasofya'nin tapusu, Fatih'in üzerine idi ve 481 yil boyunca da öyle kaldi. Ve tarih 27 Agustos 1934... Ayasofya Câmii Mustafa Kemal'in "Ayasofya'yi müze yapip ilim âlemine [daha dogrusu Hristiyan bati âlemine] hediye ediyoruz" beyaniyla ibadete kapatildi. Ve içindeki Islâm nisanlarinin kaldirilmasi emredildi. Yukaridaki resimde görülen ve ünlü hat üstadi Kazasker Mustafa Izzet Efendiye ait olan 7,5 m çapindaki levhalar da, Ayasofya'dan çikartilmak için yerlerinden söküldü. Ancak hiçbir kapidan sigamyinca, ister istemez tekrar yerlerine konuldu. "Dünya durdukça, benim bu câmim câmi olarak kalacaktir. Onu câmilikten çikaranlar ALLAH'in, meleklerin ve insanlarin lânetine ugrasinlar. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen bir azap içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine sefaat eden hiçbir kimse bulunmasin" Fatih Sultan Mehmed Han Kaynak: Zafer dergisi, sayi: 213, Eylül 1994, s. 7 Eee, ALLAH en basit seyle bile büyük is basarir, M.F. ww.uydulife.tv
__________________
|
|
03.08.11, 01:59 | #2 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Kütüphaneleri yakmaya gerek kalmadi
Meshur Inigiliz tarihçiisi Toynbee, " A study of History" isimli kitabinda, harf inkilâbini degerlendirerek, "Türkler harf inkilâbiyla, kendi kaynaklarina el atmak hussunda yabancilardan farksiz oldular " demekte ve söyle devam etmektedir: " Günümüzde Hitler, kendi düsüncesine karsi olan bütün ilmi hazineleri kökten yok edip kaldirmanin yolunu turmustru. Ne var ki, matbaanin icad edilmis olmasi, bu faaliyeti bir nevi imkânsiz hâle getirmistir ? " Hitler'in çagdasi olan Mustafa Kemal ise, hedefini gerçeklestirmek için en basarili ve en akilli yolu tutmustur. Türkiye'nin Baskani, vatandaslarinin eskiden miras aldiklari kültür ve medeniyetin havasindan kafalarini kurtarip çopk kuvvetli bir sekilde Bati medenyietinin potasi içinde sekil almalarini istemistir. Böylece alfabenin degisimi, kütüphanelerin yakilmasi yerine geçmisti. " Bundan sonra Türk kütüphaneleri yakmaya hiç gerek kalmamaktadir. Çünkü harf inkilâbiyla bu hazineler, örümceklerin yuva yaptigi raflarda kapanip kalmaktan baska bir seye yaramyacaktir. Ancak çok yasli hocalar ve ihtiyarlar, onlari okumak lüzumunu hissedecektir. HARF INKILÂBINI SADECE OKUYUP-YAZMA KOLAYLIGI IÇIN YAPILMAMISTIR. HARF INKILÂBINI BIZ KÜLTÜRÜMÜZÜ DEGISTIRMEK IÇIN YAPTIK. ARAP KÜLTÜRÜNDEN KURTULMAK IÇIN YAPTIK. ARTIK ESKI YAZIYA DÖNÜLMEYECEKTIR. BUNUN MÂNÂSI ARTIK ESKI KÜLTÜRÜMÜZLE BAGIMIZ KALMADI DEMEKTIR. ISMET INÖNÜ (Ulus Gazetesi, 15 Nisan 1969) Kaynak: Zafer dergisi, sayi: 238, Ekim 1996, s. 20 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 01:59 | #3 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Vur Osmanli'ya
Bursa'nin Tophane semtinde, Osman Gâzi Türbesinin hemen yani basina dikilen "Istiklâl Sehitleri Aniti", halkimiz tarafindan "Utanç aniti" olarak isimlendirilmekte ve kasitli olarak yapilan tarihî hata, yillardan beri düzeltilmemektedir. Anit üzerindeki eski yazilarla kabartilmis bir metin bulunmaktadir. Kitabe Türkçe'ye çevrildigi zaman, orada yer alan Yunan ismi kaldirilmis, düsman olarak Osmanli devleti konulmustur. Bu güzel sehri korumak için canlarini veren Osman Gazi'nin nuranî agusuna terkedilen sehidlere, Osman Gazi'yi düsman gibi gösteren bir ifadenin kullanilmasi, o mübarek sehidlerimizin kemiklerini sizlatmaktadir. Bu konuda çesitli yazilar yazilip ilgililerin dikkatlerine sunulmasina ve Vakiflar Bölge Müdürlügü yetkililerin dikkatleri çekilmesine ragmen degisen birsey olmamistir. Sehidler anitinin hemen ötesinde Osman Gazi'nin giris kapisindan tarihi tugra sökülüp atilirken, Bursa'yi isgale dene Yunanlilardan tek bir kelime bile bahsedilmemistir. Iste kitabede yazanlar: "Kitabede yeralan sehitler öyle bir harpte sehid olmuslardir ki, bu harp neticesinde düsman kovularak Bursa tekrar alinmis ve kadim (eksi) Osmanli Devleti yikilarak yerine Cumhuriyet hükümeti kurulmustur." Ifadeye bakin... Bursa'yi isgale eden düsman, yâni Yunandan tek kelime bile yok, ama bir harp var ve bu harbin sonunda da çok sayida sehid verip Osmanli Devleti'nin yikilmasi basarilmis ve yerine Yumhuriyet hükümeti kurulmus. Iste kitabelere yansiyan bir ihanet... Kaynak: Zafer dergisi, sayi: 238, Ekim 1996, s. 31 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:00 | #4 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
CHP'nin alti oku anayasaya nasil girdi ? Zamanin Basbakani Ismet (inönü) pasa'nin 120 arkadasiyla birlikte Meclis'e getirdigi teklif B.B.M'nin 9 Nisan 1928 günkü toplantisinda görüsülmüs ve kabul edilen 1222 sayili kanunla Teskitlât-i Esasiye Kanunu'nun (Anayasa'nin) bazi maddeleri degistirilirken, ikinci maddedeki "Türkiye devletinin dini, din-i Islamdir" [Anayasa'daki "Türkiye devletinin dini, din-i Islamdir" maddesi Anayasa'dan byöle çikarilmistir ama, 27 Mayis 1960 hareketine (Ihtilale, M.K.) karisan Cemal Madanoglu'nun isbu degisiklikten haberi yoktur!...Madanoglu, 1961 Anayasasini hazirlaya ve "yüksek ilim ve hukuk heyeti" ! diye anilan heyetin önüne günün birinde dikilmis ve su teklifde bulunmustur: «Anayasadaki "Türkiye devletinin dini, din-i Islamdir" maddesinin hemen altina "Ezan Türkçe okunur" maddesini ilave ediniz.» Dikkat buyurunuz ki, "yüksek ilim ve hukuk heyeti"'ne bu teklifde bulunan, Anayasa'daki 1923 degisikliginden haberi olmayan Madanoglu, "Anayasa'yi ihlal ettiler" diye 27 Mayis'da Demokrat parti iktidarinin bir darbe ile devireneler arasindadir!...] hükmü ile bazi dini tâbirler Anayasa'dan çikarilmis ve bu tarihten dokuz yil sonra, ayni madde bir degisiklige daha ugramistir. Ikici madde, bu kere yine Ismet'in 153 arkadasiyla birlikte Meclis'e getirdigi bir takrir (önerge) ile ele alinmis ve teklif kabul edilerek Anayasa'nin maddesi su sekilde degistirilmistir: "Türkiye Devleti cumhuriyetçi, halkçi, devletçi laik ve inkilabçidir. Resmi dil, Türkçedir. Baskent Ankara'dir" 5 Subat 1937'de kabul edilen bu degisiklik, merhum Ali Fuad Basgil'e göre: "Anayasa'nin aslindaki berrak çehresini bir hayli burusturmustur" «Anayasa bir parti programi degildir.O, bir milli misaktir. Yalniz muayyen bir partinin mensublarina ve yalniz, yasayan nesile hitab etmez. Milletin her ferdine ve kanun olarak kaldikça, her nesile hitab eder. Bir parti çin yerinde ve münasib olan bir fikir, devlet için ve devletin kanunu olan Anayasa için münasib degildir.» diyen Ali Fuad Hoca, baska bir yazsinda meseleyi daha genis bir sekilde ele aliyor: «Devletçilik nedir ? Laiklik ve milliyetçilik nedir ? Inkilabciligin zaman içindeki hududu nedir ? Bizde bunlar ne Anayasa'da ne de baska bir tatbikat kanununda tarif edilmemeis, hiçbirinin hududu ve sumulu gösterilmemistir. Meselâ, devletçilik sahsi temayüle göre degisik, hatta zit mana olan bir tabirdir. Bizde bu prensibin kanunlarimizda bir tarfine rastlanmadigi gibi, hukukçularimiz arasinda da ilmi bir izahi yapilmis degildir.» Laiklik de böyledir. Garb ilmine sorarsaniz, laiklik din ve vicdan hürriyetinin teminatidir ve laik olamyan bir devlette bu hürriyetin teminati yoktur. Bize gelince, maziyi yasayanlar bilirler ki, bizde laiklik sol ve sag temayüller arasinda bocalamis, iktidar adamlarinin ictihadina göre mana almistir. Aci olan sudur ki, bu ictihat memleket realitesinden ziyade yanlis görüslere saplanmaktan dogmustur. Su da acidir ki, Üniversitlerimiz, bu hususta efkâri aydinlatacak bir görüs vermemeis ayni fakülte hocalari bile bir anlayis birligine varamamistir. (...) Kaynak: Mustafa Müftüoglu, Yalan söyleyen tarih utansin, cilt: 10, s. 220-221, Istanbul, 1990 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:00 | #5 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
NIÇIN MAAS BAGLANMIS Mustafa Kemal, vasiyetini 5 Eylül 1938'de yazmis. Inönü ise 21 Eylül 1937 de "Kizaga çekilmistir". Bu süre içinde baslangiçtaki gibi bir iki karsilasma istisna olarak hiç görülmemislerdir. Hatta Inönü, Mustafa Kemal'in son günlerinde "son defa" gidememistir veya gitmemistir. Inönü'nün çocuklarina maas baglanmasi hususunda ise bir türlü tezler vardir: Hasan Riza Soyak'a göre: "Mustafa Kemal'ün bu maddeyi vasiyetnameye koymasi olayi sadece o mert ve dost insanin resmi durumlari ne olursa olsun arkadaslarina karsi daima besledigi muhabbet ve yüksek vefakarlik duygusundan dogmustur. Maddeyi bana dikte ettirirken üzüntülü bir eda ile: (Onun serveti yoktur, kendisine bir hal olursa bakan olmaz) demistir. Soyak, olayi, Mustafa Kemal'in iç dünyasina. ruhi yapisina baglarken Mahzar Leventoglu olaya daha nesnel bir yorum getirmektedir. "O zaman milletvekili ve emekli General olan Ismet Inönü'nün ailesine bakamiyacak bir duruma düsmesi öngörülmüyecek bir kestirmedir. Inönü'yekbir hal olursa" geride yalniz çocuklari kalmayacakti ki. Inönü'nün 'Annesi ve esi de vardir. " Yani Leventogluna göre Mustafa Kemal'in aniaci Soyak'in zannettigini aksine daha baska idi. Oysa, Soyak'in sandigi gibi olsa idi, Inönü'nün annesi ve esine de maas baglanmali idi; fakat "Mustafa Kemal, çocuklarini öne sürerek bir haber salmaktadir, vasiyetinde. . Öylesine ki bu çok ince ve anlamli mesaji yollarken, gerçek amacini, Hasan Riza'dan da kaçirmak için Inönü'nün parasizligina görünür neden olarak deginmistir. Vasiyetnamenin tümüyle yada ilgili maddesi Inönü'nün çocuklarinin bir ilgisi bulunmadigi ortadadir. " Mustafa Kemal'in burada Inönü'ye "salmak istedigi haber" nedir? Leventoglu, bunu açiklamamistir. Ama bu satirlari kim okursa, yapacagi objektif bir yorumla Mustafa Kemal'in sanki kendisinden sonra "halefini" belirledigi manasina çikarabilir. Bence de Leventoglu, bunu kaydetmistir. 10 Kasim'dan sonra 11 Kasim 1938'de Inönü'nün Cumhurbaskani seçilmesiyle sanki bu tezi kuvvetlendiriyor gibi. Mustafa Kemal'in Inönü'ye karsi milli bir zaafinin oldugu bir gerçektir. Inönü'nün Basbakanliktan uzaklastirilmasindan sonrasini Falih Rifki Atay söyle anlatiyor: "... Mustafa Kemal'in çevresindeki Inönü aleyhtarlari hemen kiskirtmalara baslamislardi, bunlara göre Inönü'ye bir Büyükelçilik verilip onu memleketten uzaklastirilmali idi. Mustafa Kemal'in kendisine karsi zaafini bildiklerinden birgün eski duruma dönüleceginden çekinmekte idiler. "Ancak bu zaafin, Inönü'nün Mustafa Kemal'in rizasi hilafina Cumhurbaskani oldugu noktasinda birlesirler. Yine Falih Rifki Atay'a göre Mustafa Kemal'in vasiyetnamesinde halefini belirlene amaci olmadigi gibi bilakis onu, halefini belirlemeye zorlayanlar var idi. Fakat; "Mustafa Kemal, kendisinden sonrasina kendisinin hakim olmayacigini bilirdi. " Sebep ne olursa olsun, ortada duran bir gercek vardi. Atatürk, Inönü'nün çocuklarina maas baglatmisti. Bu hareketiyle de belki bir vefa örnegi göstermisti, Ama ortada duran baska bir gerçek daha vardi. Inönü, Milli Sef olduktan sonra "velinimetinin" bu jestine karsilik, kagit paralarin üstüne kendi resmini bastirmisti. (Kaynak: Hicret Takvim Tarih: 4/5/6. 11. 1993) ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:00 | #6 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Sapka kanunun getirdikleri...
Tekkeler Kapatiliyor, Seyhler Cezalandiriliyor!.. 31 Agustos Çankiri'da yapilan konusmada : "Tekkeler kesinlikle kapatilmalidir. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstermesine muhtaç degiliz. Bir uygarliktan ve bilimden güç aliyoruz." denilerek kesinlikle tekkelerin kapatilacagi da belirlenmis oluyordu. Saat 17.00'de kendisini îskilip'e davet edenlerin önünde yaptigi konusmada ise : "Kiyafetin medeni bir sekle dönüstürülmesi için kanuna lüzum yoktur, millet karar verir ve yapar... Yalniz bir Diyanet îsleri Reisligi ve buna mensup müftü, imam ve hatipler vardir. Bu sinifa ait kiyafet mazur görürüz. Lakin din görevlisi olmayip da bu kiyafetleri giyenlerin hareketlerini tanimaz ve kabul etmeyiz! Biz artik sadece sapkayi degil, medeni kiyafetin bütün unsurlarini kabul ettik. Bunu memurlar ve mebuslar yerine getirerek halka rehber olacaklardir..." diyerek Ankara'ya gerekli mesajlari ve uyarilari da yollamis oluyordu. Bu mesaj ve uyarilar sebebiyle, 1 Eylül günü Ankara'daki karsilama töreninde memur ve mebusanin tümü sapkali olarak hazir bulunmustu. îstiklal Mahkemesi heyetleri de sapkalariyla hazir bulunarak Mustafa Kemal'i karsilayanlar arasinda olmuslardi. Ve en önemlisi de Diyanet îsleri Reisi Rifat Börekçi, kendisine müsaade edilmis oldugu halde karsilamada baçina fes ve sarik geçirmemisti. Rifat Börekçi de sapkasiyla birlikte karsilama töreninde bulunmustu. Rifat Börekçi bu haliyle özel olarak Mustafa Kemal'in koca Diyanet îsleri Baskanini sapkali haliyle daha çok sevdigi her halinden belli olmustu. Ankara'ya gelinildigi günün aksami Mustafa Kemal hemen Çankaya'da Bakanlar Kurulunu toplamis ve gelecekte kanunlastiracagi kesinlikle belli olmus olan su üç konuda Bakanlar Kurulu Kararianini almis. Bunlardan biri, "din ile hiçbir ilgisi olmayan, toplum hayatini kemiren ve halki kandirmaya yönelik olarak din perdesi altinda faaliyetler yürüten" diye tesbitlenen tekke ve zaviyelerin kapatilmasi karari idi. Digerleri ise dini kiyafetlerle dolasilmasinin yasaklanmasi ve seyh, dervis, mürid, müntesip, ihvan gibi ünvan ve sifatlarin kullanilmamasi karari idi. Ayrica, hem cami, hem de tekke veya mescid olarak kullanilan yerlerin cami veya mescid olarak açik olarak bulundurulmasina ve tekkelerden normal ebadda olanlarin ev olarak, büyük olanlarin da okul olarak kullanilmasina ve okul idaresinin de Milli Egitim Bakanhgina verilmesine, türbedarliklarin kaldirilip, buradaki görevlilerin ilk firsatta müezzin ve imam olarak atanmalarina, bu görevlerde iken "irtica suçu" islemis olanlarin da maaslarinin verilnemesine karar verilmistir: Bütün bunlarin mecliste kanulasmadan epey zaman önce bu konularda Bakanlar Kurulu Karari alinmis olmasinin gerekçesi, "bir an önce Türkiye'yi geri biraktiran kötü geleneklerin yikilmasi..." diye gösteriliyordu. Devrimci Baskan : Rifat Börekçi 2 Eylül aksami Mustafa Kemal'in baskanliginda toplanan Bakanlar Kurulununn aldigi kararlarla ilgili olarak, Mustafa Kemal, hemen Diyanet îsleri Reisi Rifat Börekçi'ye bir haber göndermis ve tamami dinî olan bu kararlarla ilgili olarak Diyanet îsleri Reisinin bütün müftü, vaiz, imam ve müezzinlere bir tamim göndermesini istemisti. Böylece isin Diyanetle ilgili yönü, yani din ile ilgili olani de halledilmis olacakti. Kararlarla ilgili olarak Diyanet îsleri Reisligi de hemen müftülüklere bir tamim göndererek asagidaki hususlari tüm müftü vaiz ve imamlara duyuruvermisti. "Türkiye Cumhuriyeti Diyanet Isleri Reislîgi Tahrirat Müdürlügü Numara:2413 Heyeti Vükela (Bakanlar Kurulu) Karari: "Hey'eti Vükela Karari: "Vekiller Hey'eti 2 Eylül 1341 (1925) tarihinde Reisicumhur Hazretlerinin riyaseti altinda içtima' eyledi." samimî ictihat ve itikat namina gizli siyasî emeller takip edebildikleri ve daima takib edebilecekleri ve binaenaleyh Anayasa'daki madde-i malisusanin kaydi mani ile temas halinde bulunduklari anlasilmistir. Saniyen, memleketin, her tarafinda ulema kisvesini kendiliginden giyebilen zevat ve eshasin efkari ahaliyi temsil, tevcîh ve maksatlarina göre tesvis için salahiyet ve vaziyet takindiklari görülmüstür. Salisen, vatandaslarin kiyafet ve giyinis tarzi gibi münhasiran ictimaî ve medenî esbaba bagli olup vicdanî itakatla esasen irtibati bulunmayan meseleler üzerinde efkarin tesevvüs ve tereddüde sevk edildigi anlasilmistir. Mezkur meseleler hakkinda Türkiye Cumhuriyeti dahilinde asagidaki kararnamelere göre muamele olunmasi takarrur etmistir. Tekke ve Zaviyeler Hakkinda Kararname : Madde 1 : Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakif suretiyle insa edilmis ve gerek seyhin mülkü olarak tapu ve tahti temlikinde bulunmus olan bilumum tekaya ve zevaya bilaistisna kamilen kapatilmistir. Ancak vaktile cami ve mescid olarak insa edilmisken bilahare mesîhat ihdasi suretiyle hem cami hem tekke olarak kullanilanlar yalniz cami ve mescid olarak kullanilacaktir. Madde 2 : Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hiç bir tarikat, bunlara mensup hiç bir seyh, dervis ve mürid yoktur. Bu siniflara ait hususî kisveler ve ünvanlar mülga ve memnu'dur. Madde 3 : Kapatilan tekke ve zaviyelerin vakfiyelerinde seyhin ikametine mahsus ayrica musruta varsa, bunlarda evvelce seyh olanlar kaydi hayat saik ile ikamet edebileceklerdir. Seyhin evladi vakfiyeden ise, bugün zatina mahsus vazifesi kezalik kaydi hayat sarti ile kendisine verilecegi gibi vakfiyelerinde münderiç seraite tevfikan yine evladi vakiftan mütezikasi varsa onlarin da muhassasati tesviye olunacaktir. Madde 4 : Bu kabil kapatilmis binalardan mektep ittihazina elverisli olanlar mektep olarak kullanilacak ve elverisli olmayanlarin 19 Mayis 1327 (1 Haziran 1921) tarihli kanun maddesine tevfikan Vakiflar Umum Müdürlügü nakit ile degistirerek hasil olacak para ile köylerden baslayarak icab eden mahadere mektebler insa edilecektir. Madde 5 : Geçmis sultanlarin türbeleri kapatilmistir. Kezalik cer ve menfaat için vesile olarak veya bir tekke ve tarikate mesnet olmak üzere kullanilan türbeler dahi kapatilmistir. Bütün türbelerden kiymeti haiz olanini muhafaza ve idame isi Maarif Vekaleti'ne aittir. Madde 6 : Türbedarlik mülgadir. Bugün türbedarlik cihetine haiz bulunanlarin tahsisatlarinin tesviyesine devam olunacaktir. Su kadar var ki bu türbedarliklarla cami ve mescidlerde inhilal edecek imamet, müezzin, kayyim gibi vazifelere Diyanet Isleri Riyasetince tercihan tayin edileceklerdir. Ve tayinleri aninda türbedarliga art tahsisati kesilecektir." Diyanet îsleri Baskani Rifat Börekçi'nin tamimiminde de görüldügü gibi, Cumhuriyet dönemi din-devlet iliskileri diyanet çizgisinde çok olumlu ve de çok anlasmali gidiyordu. Tabii bunda inkilapçi Diyanet îsleri Baskani Rifat Börekçi'nin büyük rolü oluyordu. Din adina kendisinden istenen her seye ya bir fetva veriyor veya personeli olan müftü, vaiz, imam ve müezzinlere hemencecik buyruk dogrultusunda tamim ve talimatlar gönderiyordu. Sapka Kanunundan Önce îslenen Keyfi Zulümler Çankaya'da alinan 2 Eylül kararlarindan, sapkayla ilgili resmi kanunun çikacagi 25 Kasim'a kadar (671 sayili kanun) geçen üç ayi yakin bir zaman içinde sapka adina kimi zaman ilginç, kimi zaman komik ve kimi zaman da sancili görüntüler olmus idi. Sapka inkilabi açisindan isin en ilginç yani inkilabin kanunlasmasindan bir ay kadar önce Eylülün ilk haftasi îstanbul Karaköy limaninda îtalyan Borsalino kardeslere ait (dünyaca ünlü sapka ve fötr imalatçilaridir) sapka ve fötrlerie yüklü bir geminin bekliyor olmasiydi. Eylülün ilk haftasmda gerçeklesen/gerçeklestirilen bu olayda, açikgöz Borsalino kardesler hemen gümrük islemlerin yaptirarak bir- iki günde içi sapkayla dolu bir gemiyi bosaltma basarisini göstermisler(!) ve çok büyük karlar elde etmislerdi. Avrupali sapka imalatçilari da o haftalarda altin bir hasat biçmislerdi. Gemiler dolusu fötr, panama, kasket-ne varsa-îstanbul'a kosturulmus ve hemencecik limanda bosaltilarak halka ulastirilmasi saglanmisti. Gemiler dolusu gelen sapkaya ragmen ihtiyaç karsilanamamis ve yerli üretime ve "sapka fabrikalari" kurulmasina karar verilmisti. Komik olan taraf da, îstanbul halkinin baslarina geçirdikleri türlü türlü sapkalarla, tam bir karnaval havasi içinde yasamis olmalari ve erkeklerin baslarinda renkli, cicili-bicili kagittan sapkalann bulunmasi idi. Hatta çogu erkegin kafasinda kadin sapkalarida görülmege baslanmisti (!). Sivasli din adamlarinin idami Ayni suçla (sapka kanuna muhalefet, M.F.), Sivas ulemasindan Imamzâde Mehmet Necati Efendi ve Sivasli Hoca diye bilinen Abdurrahman efendi, "Türkiye Devleti'nin seklini tebdil ve tagyir amaciyla halki ayaklanmaya kiskirttigi ve suçlarida sabit oldugu" gerekçesiyle idama mahkum oldular. Abdurrahman Hoca firar ettiginden, Sivas ulemasindan îmamzade Mehmet Necati Efendi 28 Kasim Cumartesi günü sabaha karsi idam edildi. Sivas olaylarinda tahri ve tesvikleri görülen ve "dini siyasete alet etmek" suçundan yargilanan Sükrü oglu Ismail ve dört arkadasi, 5'er seneye; Ahmet Ziyauddin Hoca ve alti arkadasi 10'ar seneye; Belediye Baskani Abdullah Abbas Efendi ve on arkadasi da 7.5 seneye mahkum edildiler. Belediyfe Encümen üyelerinden Seyh Ömer Efendi diye bilinen bir zat da, Sivas TPCF üyelerini kiskirtarak bu olaylara öncülük ettigi gerekçesiyle yargilanarak mahkum oldu. Sivasta 4 gün kalan Ankara Istiklal Mahkemesi 29 Kasim aksami Tokat'a hareket etti. Mahkeme Tokat'a varir varmaz "dini siyasete alet ederek gösteri yapmaya çalisanlara ve sapkaya karsi çikanlara karsi aman verilmeyecegi ve olayin faillerinin derhal basinin ezilecegini..." bildiren bir bildiri nesretti. Mahkeme bu bildirinin üzerine 30 Kasim'da sapka aleyhine gösteri yapan tekke ve türbelerin yasaklanmasini protesto ettiren eski Erbaa Belediye Baskani Haci Fethullah Efendi'yi yargilayarak mahkum etti. Mahkeme müddeumumisi (savcisi) bir genelge ile 1 - 2 gün içinde bütün bir halkin sapkasini giymesi gerektigini ve sapkasiz olanlarin siddetle cezalandirilacagini bildirdi. Savci 1 Aralikta Amasya'da olunacagmi söyleyerek, Amasya'ya, herkesin sapkali olmasi için derhal bir haber uçuruldu. Mahkeme Amasya'ya varildiginda gerçekten Amasya halkinin yüzde 99'u sapkasini giymis bulunuyordu. Ankara îstiklal Mahkemesi, Amasya Valisine ve Belediye Reisine, asayis (!)i saglamalarindan dolayi tesekkür ederek Karadeniz'e açildi. Kaynak: Hasan Hüseyin Ceylan, Din devlet iliskileri ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:00 | #7 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Cumhuriyet döneminde din siyaset iliskisi (1923-1947)
23 Nisan 1920 Cuma günü, Cuma namazindan sonra Hatm-i Serifler Buhari Kirâatleri ve dualarla Ankara’da açilan 1. Büyük Millet Meclisi, “Seriati ve hilafet makamini korumayi” bir vazife olarak üstlenir. (1) Fakat aradan iki yil geçmeden “Monarsi’den Cumhuriyete” geçisin ilk önemli belirtisi olarak Meclis’te saltanatin kaldirilmasi tartismalari baslar. Söz konusu tartismalarda, toplumda, özellikle de Istanbul’da güçlü bir tepki görülür. Buna karsin Meclis’te konuya iliskin tartismalarda ayni oranda bir tepki ve reaksiyona rastlanmaz. Saltanatla ilgili Meclis’te uzun müzakereler yapilir. Bu müzakereler neticesinde bazi din adamlari tarafindan; Cumhuriyetin ve millî devletin Islâmiyete aykiri olmadigi, saltanatin ise, Islâmiyetle bagdasmadigi görüsü ileri sürülür. (2). Buna karsin saltanatin kaldirilmasina bazi din adamlari da siddetle karsi çikar: “Saltanatin kaldirilmasina karsi” en güçlü tepki ise, sükrü Hoca ile Lütfi Fikri Bey tarafindan gösterilmistir. MehmetSükrü Hoca’ya göre saltanatin kaldirilmasi mümkün olsa bile durum degismez. Türkiye yine bir Islâm ülkesidir. Meclis’le halife arasinda bir ayrim söz konusu olamaz. Siyasal kudreti olmayan halife düsünülemiyecegine göre, “Meclis Halife’nin, Halife Meclisi’ndir.” Halifelik, Seriata göre “hükümet etmek” anlamina geldigine göre, hilafetin siyasal güçten arindirilmasi Islâm’in bölünmesi demektir ve “hükümetsiz, istiklâlsiz, hürriyetsiz bir halife olamaz.” Bu nedenle Millet Meclisi’nin doga baskaninin halife olmasi gerekir; Meclis’in çikaracagi yasalarin Halife tarafindan Seriat adina denetlenmesi ve onanmasi zorunludur. Bu onamayi almayan yasa Ser’an geçerli sayilmayacaktir. (3) Mesrutiyet yanlisi Lütfi Fikri Bey de, bazi temel konularda farkli düsündügü Sükrü Hoca ile “Saltanat” konusunda birlesir: “Osmanli Saltanati’nin “Sadik bendesi” olan Lütfi Fikri, saltanati kaldirmanin “reissiz” bir hükümet biçimini kabul etmek anlamina gelecegi kanisindadir. Mesrutiyetin felaketi, saltanattan degil, “Ihtilal” hükümetlerinden gelmistir. Sorumlu, Ittihad ve Terakki Firkasi ve özellikle de TalatPasa’dir.Saltanatin kaldirilip, yetkilerinin tümden Meclis’e verilmesi, Meclis’i “evet efendimciler” haline getirebilecek bir kisinin tüm devlete egemen olmasi sonucunu dogurabilecektir.TBMM olaganüstü dönemin meclisidir, saltanati kaldirilip, yeni bir siyasal biçimlenmeye gitmek yetkisi de yoktur. Saltanat, ancak halk oyuyla kaldirilabilir; saltanatin kaldirilmasina yönelik Meclis karari, halkin karari degildir. Bu açidan konu “halk referandumu”na götürülmelidir. (4)”. Sükrü Hoca’nin ve Lütfi Fikri Bey’in bu görüslerine, Siirt Mebusu Hulki Bey, Mus Mebusu IlyasSami Efendi ve Antalya Mebusu Rasih Efendi karsi çikmislardir.Bu mebuslar, Hoca Sükrü’yü muhatap alarak yazdiklari “Reddiye”de, Türkiye’nin bir “reis”e ihtiyaci bulunmadigi, adi ister kral, ister padisah, ister Cumhurreisi olsun, kimsenin otoritesine giremiyecegini savunmuslardir. Meclis’te uzun müzakerelerden sonra saltanatin hilafetten ayrilarak kaldirilmasi asamasina gelindiginde, Mustafa Kemal söz alip masanin üzerine çikar, saltanatin kaldirilacagini belirtir ve su ifadeleri kullanir: “Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafik olur. Aksi taktirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktir. Fakat ihtimal bazi kafalar kesilecektir... (5).” Mustafa Kemal’in bu konusmasindan sonra yasa tasarisi Meclis’in oyuna sunulur ve muhalif olanlarin itiraz dolu seslerine aldirilmadan saltanatin kaldirilmasina karar verilir (1 Kasim 1922). Dipnotlar: 1- Bkz. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk-Söylev, C.1. TTKY, Ankara 1987, s. 576 2- Bkz. Kemal Karpat, “Türkiye (Cumhuriyet Devri)”, Islâm Ansiklopedisi (MEB), C.XII, MEBY., Istanbul 1988, s. 394 3- Bkz. Çetin Özek, Devlet ve Din, Ada Yayinlari, Istanbul, ts., S.472. 4- A.g.e., s. 472. 5- Sükrü Karatepe, Darbeler, Anayasalar ve Modernlesme, Iz Yayincilik, Istanbul 1993, s. 156. (II) “Saltanatin kaldirilmasi, lâik siyasal iktidar düzenine geçisin de ilk asamasi olarak kabul edilmelidir. Osmanli’nin kuramsal olarak, siyasal ve dinsel iktidari kaynastiran siyasal iktidar düzeni, saltanatin kaldirilmasi ile ilk kez bölünmekte, dinsel iktidar varligini sürdürse bile, -saltanatin kaldirilmasiyla- siyasal gücünü yitirmis olmaktadir. (1)” 1 Kasim 1922’de saltanatin ilgasi kararinin alinmasindan sonra bir süre daha iç ve dis politik nedenler sebebiyle Halifeligin devamina müsaade edilmis ve bu süreçte Türkiye’de seküler baglamda yapilacak köklü degisimlere “zemin teskil etmesi için” “Firka” kurma girisimi baslatilmis ve söz konusu firka, “Halk Firkasi” namiyla 23 Ekim 1923’te tesekkül etmistir. (2) “1923’ten 1945’e kadar Türkiye’de bütün reformlara ve siyasi hareketlere Halk Partisi öncülük etmistir. (3)” Çünkü bahsettigimiz bu dönemde Halk Partisi kendisini bütün milletin temsilcisi saymis ve bir hükümet organi gibi hareket etmistir. “Saltanatin kaldirilmasi ve hilafetin alikonulmasi ise, devlet baskanliginda tehlikeli bir belirsizlik yaratmisti. Meclis’te ve disinda Halifenin sahsinda mesru hükümdari ve devlet baskanini -bir çesit mesruti hükümdar ve özellikle dinin savunucusu- gören bir çok kimseler vardi. Ama Mustafa Kemal’in fikirleri baskaydi. (4)” 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi ve Mustafa Kemal Atatürk ilk Cumhurbaskani seçildi. Bu seçimle birlikte “Halifelik” islevsiz bir hale geldi. Böylelikle “Hilafetin kaldirilmasi noktasinda ilk adim atilmis oldu. Sira hilafetin ilgasiyla neticenecek ikinci adimin atilmasina gelmisti. Fakat bu süreçte Meclis’te Halk Firkasi iktidarina karsi ciddi bir muhalefet hareketi vardi ve “bu muhalefetin dayandigi fikirler, genis çapta Birinci Büyük Millet Meclisi’ndeki ikinci grupta hakim olan fikirlere benzemekte, destegini ise, bazi din adamlarinin önderlik ettigi tabakalar içinde bulmakta idi. Saltanatin ilgasi ile ortaya çikan devlet baskanligi sorunu, tahmin edilemeyecek bir sekilde geliserek Mustafa Kemal Pasa’nin liderligini tehdit eder bir durum yaratmisti. Karahisar Mebusu Sükrü Hoca “Hilafet-i Islâmiye ve Büyük Millet Meclisi” baslikli bir risale yayimlayarak, Islâmî esaslara göre devlet baskanliginin Halifeye ait oldugunu uzun uzadiya savunmus (*) ve bir hayli de etkili olmustu. Halife’nin, devlet baskani olmasi demek, saltanatin tekrar canlanmasi anlamini tasimakta idi. (5) Hilâfet üzerindeki tartismalar, Türkiye sinirlarinin çok ötesinde bile yogun bir ilgi uyandirdi. Özellikle de Hintli Müslümanlarin Hilâfete olan ilgisi tartismayi daha da yogunlastirdi. ——————— (1) Çetin Özek, Devlet ve Din, Ada Y.Istanbul, Ts. S. 465. (2) Bkz. Tarik Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, (1859-1952), Arba Y.Istanbul 1995, S. 559 vd. (3) Kemal H. Karpat, Türk Demokrasisi Tarihi, Ata Y. Istanbul 1996, S. 313 (4) Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Dogusu, (Çev. Metin Kiratli), TTKY, Ankara 1996, S. 261 (*) Kadir Misiroglu’nun Esref Edib’ten naklettigine göre; Hilâfetin ilgasi tartismalari sirasinda Karahisar-i Sahip Mebusu Hoca Sükrü Efendi adi ile basilan “Hilâfet-i Islâmiye ve Büyük Millet Meclisi (Ankara 1339, 28 S.) baslikli muhalif risalesini Esref Edib kaleme almis, Hoca Sükrü’nün milletvekili dokunulmazligindan istifade maksadiyla onun adiyla yayinlanmistir. (Bkz. Osmanogullari Drami, Istanbul 1974, SS. 110-179) (5) Bkz. Kemal Karpat, “Türkler (Cumhuriyet Devri), Islâm Ansiklopedisi (MEB), E. XII/2, MEBY., Istanbul 1998, S. 395. (III) “24 Kasim 1923 günü üç büyük Istanbul gazetesi Hint Müslümanlarinin iki ileri gelen lideri Aga Han ve Emir Ali’nin imzasiyla Ismet Pasa’ya yazilan bir mektubun metnini yayinladilar. Iki imzaci, Halifeligin Saltanat’tan ayrilmasinin, onun genel olarak Müslümanlar için önemini artirdigini belirtiyor ve Türkiye hükümetinden Hilafeti “Müslüman uluslarin güven ve saygisina hakim olacak ve böylece Türk devletine yekta kudret ve vekar sagliyacak bir temel üzerine” yerlestirilmesini diliyordu (1)”. Bu arada Millî Mücadele’de önemli mevkilere gelmis ve büyük hizmetler görmüs Kazim Karabekir,Rauf Orbay gibi bazi isimler de halifeligin kaldirilacagi sayialarina katilarak rejimin diktatörlüge yöneldigini iddia ediyorlardi. (2). Öte yandan Halife-Sultan Vahdettin’in yurtdisina “Çikmasiyla” birlikte hilafet makaminin bosaldigi kanisina varan hükümet, halife seçimini gündeme getirdi. Ser’iye ve Evkaf Vekili Mehmet Vehbi Efendi ise, kaleme aldigi fetvada Halife’nin görevi’nin “Islâm hak ve menfaatlerini korumak (3)” oldugunu belirtiyor ve Vahdettin’in yurtdisina “kaçmakla” hilafeti yitirdigini, dolayisiyla yeni bir halife seçilmesi gerektigine dair “fetva” veriyordu. Sonunda söz konusu “fetva”, oturum baskani Dr. Adnan Bey (Adivar) tarafindan oya sunuldugunda, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, Fetvanin dinsel gücü bulundugunu ve ulusal iradeye üstünlügünü öne sürerek, fetvanin oya konulmasina karsi çikmisti. Mustafa Kemal Pasa’nin, bu karsi çikisa verdigi karsilik söyleydi: “Affedersiniz beyefendi, bu memleketi yikmak için de fetvalar verilmistir. Fetva behemahal Meclisin reyine vazedilmelidir.” Fetva, oya konulmus ve kabul edilmisti. Islâm tarihinde belki de ilk kez bir “fetva”, bir Meclis’in oyuna sunuldu ve geçerliligi bu yolla kabul edildi. Diger taraftan Halife-Sultan Vahdettin’i bu görevden azleden fetva oya konulup kabul edilmesinden sonra, Izmit mebusu Sirri Bey’in, Meclis’te, “Yasasin Islâmiyet” diye bagirisi garip bir çeliski olusturmustu (4) Meclis, Abdülmecit Efendiyi “Halife olarak seçti ve Halifenin nasil davranmasi gerektigi Mustafa Kemal tarafindan, Rauf Bey araciligiyla bir talimatname ile bildirildi. “Hilafet” islevsiz bir hale gelip Ankara’dan seçilip, talimatlarla yönetilmesine karsin yine de Abdülmecid Efendi’nin Halife seçilmesi, “Islâm toplumlarinda” büyük bir yanki uyandirdi. Nitekim Hind Müslümanlarindan, Kalküta Müslümanlarindan, Iskenderiye Müslümanlarindan, Finlandiya Müslümanlarindan Arnavutluk Müslümanlarindan... Halife Abdülmecid Efendiye gönderilen; halifeligini tebrik eden; hilafetinin Islâm alemi için hayirli olmasini dileyen ve hilafete sadik kalacaklarini beyan eden telgraflar bunun bariz bir göstergesiydi. Önemine binaen Finlandiya Müslümanlarinin Halife Abdülmecid Efendiye gönderdikleri telgrafi buraya aktariyorum: Finlandiye Müslümanlarinin Telgrafnamesi: Halife-Müslimin Efendimiz Abdülmecid b. Sultan Abdülaziz hazretlerine, Umum Finlandiya Müslümanlari 10 Kanun-u evvelsene 338 Cuma günü Cuma namazini eda ve duadan sonra zat-i hilafet-penahîlerinin makam-i hilafeti mukaddeseye intihablarini büyük bir meserretle kabul edip samim-i kalbden zat-i hilafet, penahilerini tebrik eder ve bütün umûr-u diniye ve mesail-i ser’iyede makam-i hilafete sadik kalacagimizi beyan ederiz. Finlandiya devleti müstakillesinde yasayan dindaslarin rica ve niyaz ediyoruz ve imamimiz hakkinda ibadet-i diniyeyi eda için izn-i hilafetin resmen gönderilmesini temenni ediyoruz. (Imzalar.)” Halife tarafindan; “Finlandiya Müslümanlarina Cevab-i Hilafet-penahi” baslikli telgrafla, Finlandiya Müslümanlarinin telgraflarindan duyulan memnuniyet izhar edilir, “imamlarinin memuriyete devami tasdik edilir...” ——————— 1- Bernard Lewis, Modern Türkiye Dogusu, (Çev. Metin Kiratli), TTKY., Ankara 1996, s. 263. 2- Kemal Karpat, “Türkler (Cumhuriyet Devri)”, Islâm Ansiklopedisi (MEB); c.XII/II., Istanbul 1988, s. 395. 3- Gotthard Juschke, Yeni Türkiye’de Islâmlik, (Çev. H.Örs), Bilgi Y., Ankara 1972, S. 21. 4- Bkz. Çetin Özek, Devlet ve Din, Ada Y., Istanbul, ts., s. 475 (IV) (Hilafetin ilgasi...) Geleneksel olarak Türk Kamu vicdaninda çok önemli bir yere sahip bulunan “Halifelik” müessesesi, saltanatin ilgasindan sonra islevsiz bir hale gelmisti. Buna karsin yine de “Hilafet”, Ankara hükümetince büyük bir sorun olarak görülüyor, dahasi, bu “dini makamin” muhalefet merkezi olmasindan endise ediliyordu. Diger taraftan Mustafa Kemal, her ne kadar Halk Firkasi’ni kurarak Meclisin denetimini ele geçirmek için büyük bir girisim baslatmis ve Meclisin kontrolünü kismî olarak basarmissa da (1), Cumhuriyetin ilâni ve Mustafa Kemal’in Cumhurbaskani seçilmesi, Halifeyi devlet baskani durumuna getirmek amacini tasiyanlarda umut kirikligina yolaçmisti. Özellikle de Refet Bey, Rauf Bey, Kazim Karabekir, Adnan Bey, Ali Fuat Pasa gibi Millî Mücadelede önemli görevler ifa etmis kisilerden bazilarinin Halk Firkasi içinde yer almalarina karsin yine de Hilafeti savunmalari, Halk Firkasi’nin bölünmesine yol açacak bir boyuta ulasmisti (2). Bunlarla birlikte, Meclis tarafindan Halife olarak seçilen Abdülmecid Efendi’nin varligi ve hareket tarzi ve Islâm dünyasinin ona gösterdigi ilgi ve teveccüh, “Ankara’nin “Hilafet Müessesini” büyük bir “engel olarak görmesine” sebeb teskil ediyordu. Cumhuriyet hükümetinin Hilafet taraftarlarina karsi ilk önlemi, Istanbul’a bir Istiklâl Mahkemesi kurulu göndermek oldu. Bunu, Halife Abdülmecid Efendi’nin baskatibi ile Basvekil Ismet Pasa’dan ödenegi artirmasini istemesi üzerine Mustafa Kemal Pasa’nin Inönü’ye gönderdigi sifreli bir mesaj izledi. Söz konusu mesajda Mustafa Kemal, Inönü’ye; “Halife ve bütün cihan bilmelidir ki, halife ve hilafet makaminin gerçekte din ve siyaset bakimindan hiçbir anlami ve hikmeti yoktur” diyor ve Abdülmecid Efendi’nin Istanbul’da yasamasi için Cumhurbaskani ödeneginden az bir ödenegin yetecegini, belirtiyordu (3). Ayrica yine Mustafa Kemal, “Halife kendisinin ve makaminin ne oldugunu sarih olarak bilmeli ve bununla iktifa etmelidir” diyordu. Fakat Ankara, “hilafet” konusundaki bu tavrini açikça dillendiremiyor, hilafet yanlilarinin tepkisinden endise ediyor ve hilafetin kaldirilmasina yönelik bir “vesile” araniyordu. 1- Bkz: Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Y. Istanbul 1996, s. 313. 2- Bkz: Çetin Özek, Devlet ve Din, Ada Y., Istanbul, ts., s. 476 3- Bkz: Necdet Sakaoglu, “Abdülmecid Efendi”, Istanbul Ans., C.I, Istanbul 1993, s. 49-50. SÜRECEK Bu noktada, TBMM’deki kimi üyelerin “Hilafet hükümettir” savi, “Hilafetin ilgasina yönelik atilmis bir adimdi. Bu adimi hilafetin ilgasina yönelik bir baska girisim takip etti. -Dünkü yazimizda da belirttigimiz üzere -Abdülmecid Efendi’nin TBMM tarafindan halife olarak seçilmesi, Islâm dünyasinda büyük bir sevinç ve istiyakla karsilanmis, pek çok “müslüman topluluk” tarafindan Halife Abdülmecid Efendi’ye çekilen telgraflarla “baglilik” bildirilmisti. Iste “Halifelige karsi harekete geçmek için; Hindli Müslümanlarin liderlerinden Aga Han ile Emir Ali’nin, halifeligin muhafazasina dair Türk Hükümetine yazdiklari bir mektubun, Istanbul’da rejim muhalifi bir gazetede yayinlanmasiyla, aranan vesile bulundu. Söz konusu mektup, “Hilafet makaminin dis devletlerin Türkiye’nin içislerine karisma vesilesi olacagi iddiasiyla”, Hilafetin ilgasi için çabalar yogunlasti. Bu çabalar çerçevesinde, 3 Mart 1340 (1924) günü aralarinda Seyh Efendilerin de yer aldigi elli üç mebustan olusan bir grup, TBMM Baskanligina “Hilafetin ilgasini” içeren bir önerge verdi. Isin ilginç tarafi ise, “bir din müessesesi” olarak görülen “Hilafetin” ilgasina yönelik önergenin gerekçesinde de dini dayanaklarin ileri sürülmüs olmasiydi (4). Hilafetin ilgasini içeren takrir’in Meclis Bakanligina verilmesinden sonra, saltanatin kaldirilmasina benzer bir sekilde uzun müzakerelere gerek duyulmaksizin 631 sayili kanun ile halifeligin kaldirilmasina ve Osmanli Soyunun (kadinlar da dahil) Türkiye Cumhuriyeti sinirlari disina çikarilmasina karar verildi. “Ertesi sabah safakta, üzgün Abdülmecid bir arabaya konup Dogu Ekspresi (Orient Express)’ne bildirilmek üzere bir tren istasyonuna -gidisinin gösterilere sebeb olabilecegi gerekçesiyle Büyük Sirkeci Gari’na degil- sehir disinda küçük bir istasyon olan Çatalca istasyonuna götürüldü (5).” “Halifelerin sonuncusu, sürgündeki Sultanlarin sonuncusunu izledi...” ——————— 4- Bkz: Çetin Özek, a.g.e., s. 477 5- Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Dogusu, (Çev. M.Kiralti), TTKY., Ankara 1996, s. 263-264. (V) Bu noktada, TBMM’deki kimi üyelerin “Hilafet hükümettir” savi, “Hilafetin ilgasina yönelik atilmis bir adimdi. Bu adimi hilafetin ilgasina yönelik bir baska girisim takip etti. -Dünkü yazimizda da belirttigimiz üzere -Abdülmecid Efendi’nin TBMM tarafindan halife olarak seçilmesi, Islâm dünyasinda büyük bir sevinç ve istiyakla karsilanmis, pek çok “müslüman topluluk” tarafindan Halife Abdülmecid Efendi’ye çekilen telgraflarla “baglilik” bildirilmisti. Iste “Halifelige karsi harekete geçmek için; Hindli Müslümanlarin liderlerinden Aga Han ile Emir Ali’nin, halifeligin muhafazasina dair Türk Hükümetine yazdiklari bir mektubun, Istanbul’da rejim muhalifi bir gazetede yayinlanmasiyla, aranan vesile bulundu. Söz konusu mektup, “Hilafet makaminin dis devletlerin Türkiye’nin içislerine karisma vesilesi olacagi iddiasiyla”, Hilafetin ilgasi için çabalar yogunlasti. Bu çabalar çerçevesinde, 3 Mart 1340 (1924) günü aralarinda Seyh Efendilerin de yer aldigi elli üç mebustan olusan bir grup, TBMM Baskanligina “Hilafetin ilgasini” içeren bir önerge verdi. Isin ilginç tarafi ise, “bir din müessesesi” olarak görülen “Hilafetin” ilgasina yönelik önergenin gerekçesinde de dini dayanaklarin ileri sürülmüs olmasiydi (4). Hilafetin ilgasini içeren takrir’in Meclis Bakanligina verilmesinden sonra, saltanatin kaldirilmasina benzer bir sekilde uzun müzakerelere gerek duyulmaksizin 631 sayili kanun ile halifeligin kaldirilmasina ve Osmanli Soyunun (kadinlar da dahil) Türkiye Cumhuriyeti sinirlari disina çikarilmasina karar verildi. “Ertesi sabah safakta, üzgün Abdülmecid bir arabaya konup Dogu Ekspresi (Orient Express)’ne bildirilmek üzere bir tren istasyonuna -gidisinin gösterilere sebeb olabilecegi gerekçesiyle Büyük Sirkeci Gari’na degil- sehir disinda küçük bir istasyon olan Çatalca istasyonuna götürüldü (5).” “Halifelerin sonuncusu, sürgündeki Sultanlarin sonuncusunu izledi...” ——————— 4- Bkz: Çetin Özek, a.g.e., s. 477 5- Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Dogusu, (Çev. M.Kiralti), TTKY., Ankara 1996, s. 263-264. (VI) (Hilafetin kaldirilmasinin anlami...) 3 Mart 1924’de hilafetin kaldirilmasina karar verildigi gibi, dini tahsilin yapildigi müesseseler olan medreseler de kapatildi ve egitimin lâiklesmesni saglayan Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edildi. Yine bu baglamda Ser’iyye ve Evkaf Vekaleti lagvedileek Diyanet isleri Baskanligi ihdas edildi ve Basbakanliga bagli bir müessese haline getirildi. Hilafetin kaldirilmasina karsi ise, gerek Meclis içinde ve gerekse Meclis disinda muhalefet etkin bir biçimde kendini göstermistir. Mecliste hilafetin kaldirilmasi sorunu konusulurken Seyh Saffet efendi ile Seyyit bey gibi bazi mebuslar “hilafetin kaldirilmasini ser’i kurallara dayandirmaya çalisiyorlardi.” Sözgelimi, Seyh Saffet Efendi; “hilafetin ilgasiyla, aydinlarin “içtihat kapilarindan” içeri girdiklerini ileri sürüyordu. Diger taraftan, hilafetin kaldirilmasina karsi çikan Kastamonu Mebusu Halit Bey, Islâm’in siyasal kurallarina dayanarak, hilafetin varliginin zorunlulugunu ve kaldirilmasinin ülkenin bitimi anlamina gelecegini savunurken, Gümüshane Mebusu Zeki Kadirbeyoglu da, ülkenin tek sorunun hilafet sorunu mu oldugunu sorarak, hilafetin kaldirilmasina yönelik çabalarin ulusal gelenekleri bozacagi savini öne sürmüstür. Zeki Bey, “bendeniz müthis bir Ittihad-i Islam taraftariyim. Memleketin siyaseti namina hilafetin ilgasini kabul ederek düsmanlarimin eline vermek istemem” diyerek, hilafetin kaldirilmasini devletin “felaketi” ve Islâm dünyasinin yitirilmesi olarak yorumlamistir (1) Hilafetin kaldirilmasinin ise “öznel” bir anlami vardi: Artik Cumhuriyet Türkiyesi’nde birinci asamada Saltanatin Hilafetten ayrilarak ilgasi, ikinci asamada Hilafetin kaldirilmasi ve son halifenin yurt disina sürülmesiyle birlikte köklü degisimlerin, “dünyevilesmenin” önü açilmis oluyordu. Kisacasi, Hilafetin ilgasiyla birlikte Türkiye’de Seküler bir dönem basliyordu. Cumhuriyet döneminde din siyaset iliskisini konu edinirken, saltanatin ve hilafetin ilgasi üzerinde bu denli hassasiyetle durmamizin nedeni, Cumhuriyet döneminde siyasi ve kültürel anlamdaki keskin degisim ve dönüsümün baslangiç safhasini teskil etmelerinden kaynaklandigina olan inancimizdir. Bir baska ifadeyle, Cumhuriyet dönemindeki din baglamindaki “kirilmanin” ya da “din ve lâiklik baglamindaki degisimin adresi”, Hilafetin kaldirilmasinda aranmalidir. Çünkü, din siyaset iliskisi düzleminde hilafetin lagvedilmesi çok büyük önem tasir. Fakat bu noktada Saltanat, Hilafet, Tevhid-i Tedrisat gibi müesseselerin ve kanunlarin ilgasinda ve ihdasinda genel geçer tavir, felsefi düsünceden degil, kuvvetin egemenliginden kaynaklaniyordu. Karpat’in, “Bu siyasete sonradan takilan lâiklik isminin aslinda felsefi düsünceden degil, kuvvet mücadelesinden dogdugu asikardir. (2)” seklindeki ifadesi bunu açikça ortaya koyar. Hilafetin kaldirilmasi ve seküler dönüsümün gerçeklestirilesine dair Meclis’te alinan diger kararlarla birlikte Türkiye’nin lâiklesme serüveni hizli bir sürece girdi. Nitekim, hukukun dünyevilestirilmesi noktai nazarinda Mustafa Kemal Pasa’nin yaptigi bir konusma, hem dine bakisini hem de hukukun dünyevilesmesine dair önemli ipuçlari veriyordu: “Üyesi olmakla kendimizi mutlu saydigimiz Islâmlik, yüzyillardan beri içinde bulundugu siyasi durumdan kurtarilmak ve yüceltilmek zorundadir... Millet, her uygar devlette geçer olan ve bizim memleketimizin ihtiyaçlarini karsilayacak hukuk esaslarinin alinmasini arzu etmektedir... Hukukta hurafelere bagli kalis milletin uyanmasini önleyen bir kabustur (3).” Görüldügü üzere, seküler/modern baglamdaki devrimlere girisilirken amaç, “Islam’in yüceltilmesi gibi bir gayeye mebni idi.” Cumhuriyeti seküler bir yapiya kavusturmak isteyen anlayis, bir yandan kendince Islâm dini hurafetelerden ve düstügü siyasi durumdan kurtarmayi amaçlarken, bir yandan da dünyevilesmesinin yerlesmesine çabaliyordu. ——————— 1- Bakz: Çetin Özek, Devlet ve Din, Ada Y., Istanbul, ts, S. 478. 2- Kemal Karpat, “Türkler (Cumhuriyet Devri)” Islâm Ansikopedisi, C. XII/II, MEBY., S. 395. 3- Gotthard Jasckhe, Yeni Türkiye’de Islâmlik, (Çev. H. Övs), Bilgi Y., Ankara 1972, S. 22. (VI) Hilâfet kaldirilip, Cumhuriyet’in seküler bir yapiya dönüstürülmek istenmesine karsin, Cumhuriyet yine de 1928 yilina kadar dini vasfini korumaya devam etti. Nitekim 1924 Anayasasi’nin ikinci maddesinde yer alan “Türkiye devletinin din, dini Islâm’dir” maddesi, Cumhuriyet’in dinsel bir nitelik tasidiginin en somut göstergesiydi. Fakat, devletin dininin Islâm olmasi, devletin seküler biçilenmesini hizli bir kosutta sürmesine engel teskil etmedi ve köklü degisimlerin bir bölümü bu madde yürürlükte iken gerçeklestirildi. Seküler içerikli degisimlerin birbirini takip ettigi bu süreçte, “Cumhuriyet Halk Firkasi”nin büyük çogunlugu, meselenin felsefi derinliklerine inmeden yeni lâik bir millet yaratma fikrini benimsemis görünüyorlardi. Onlara göre lâik, yani millî benligini dinle ilgisi olmadan gelistirecek bir Türk milleti, “Sultanligin” ve “halifeligin” tekrar canlanma tehlikesini ortadan kaldirmis olacakti... (1)” Ayrica yine bu dönemde Cumhuriyet Halk Firkasi (CHF), bir yandan lâik içerikli köklü degisimleri gerçeklestirirken, diger taraftan da Türkiye’nin birden fazla partiye dayanan çogulcu/plüralist bir yapiya geçmesine, bir baska ifadeyle Cumhuriyet’in demokratik bir yapiya kavusmasina imkan vermedi. Nitekim bu dogrultu da, 17 Kasim 1924’te Ankara’da Millî Mücadele’nin önde gelen isimleri tarafindan kurulan Terakki Perver Cumhuriyet Firkasi’nin (TCF), Cumhuriyet’in gelisimine bir muhalefet partisi olarak “katki yapmasi” ve CHF’yi “tek-parti jakobenizminden” uzaklastirmak istemesi CHF tarafindan engellendi. “Terakki Pervercilere göre, halkin yüzyillardan beri bütün maddî ve manevî hayatini etkileyen Islâmiyet’e yöneltilmis haraketler, eninde sonunda halkin temel benligini ve kültür varligini zedeleyecekti. Onlara göre, dini siyasetten ayirma gayretleri az zaman sonra dini geri bir plana itmeye dönebilirdi. Buna karsilik Cumhuriyet Halk Firkasi, hiç bir zaman dinin aleyhtari olmadigini, dini kendi sahsi çikarlari ve siyasi emelleri ugruna kullanmak isteyenlere karsi oldugunu ileri sürmekte idi. Böylece siyasetten siyrilmak istenen din, tam tersine partiler arasi tartisma konusu haline gelmis ve bu husus günümüzde bile Türk parti hayatinin ana meselesi olmakta devam etmistir. Iste “Islâmiyete yöneltilmis hareketlerin dini geri plana itebilecegi, bunun da halkin temel benligini ve kültürel varligini zedeleyebileceginden endise eden Terakki Perverciler”, programlarinin altinci maddesine “Firka, efkâr ve itikadat-i diniyeye hürmetkârdir” ibaresini koyarak din hakkindaki görüslerini ifade etmislerdi. (2) Terakki Perver Cumhuriyet Firkasi’nin kurulusunu kendi varligi için büyük tehlike gören CHF, çözüm olarak TCF’yi sultanligi ve halifeligi geri getirmekle, irticayi körüklemekle suçlayarak, bu partiye karsi agir tenkit ve hücumlarda bulundu. CHF, 3 Haziran 1925’de çikarilan ve Türkiye’de her türlü muhalefeti yasaklayan Takrir-i Sükûn Kanunu çerçevesinde TCF’yi -(Parti programinin altinci maddesinde yer alan “Firka efkâ ve itikadat-i diniyeye hürmetkârdir” ifadesine mebni olarak)- 5 Haziran 1925’te kapatma cihetine gitti ve TCF’liler Seyh Said isyaniyla iliskilendirildi. Bu suretle, TCF’liler, demokratik girisimlerinin bedelini agir surette ödemek durumunda birakildi. —————— (1) Kemal Karpat, “Türkler - Cumhuriyet Devri” Islâm Ansiklopedisi (MEB), C. XII/II, MEBY. Istanbul 1988, S. 398 (2) Bkz. A.g.m., S. 396 Kaynak: Milli gazete, 19-06.02.2000 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:01 | #8 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Mustafa Müftüoglu
Meshur Kiliç Ali’nin bir marifeti daha!.. (...) 14 Nisan 1924 günü Büyük Millet Meclisi’nde ele alinip sert münakasaya sebep olan mesele, zamanin taninmis bir gazeteci-milletvekilinin dövülüp yaralanmasina kadar varmisti! Bizde bâzi mes’ul kimselerin zaman zaman gazeteci hirpalamalari ve hattâ günümüzde dahi dövmeleri âdeta normal hale gelmistir!.. Ikinci Mesrutiyet sarhoslugu içinde Hasan Fehmi, Ahmed Samim ve Zeki Bey gibi kalem sahipleri Ittihatçi fedailerce sokak ortasinda öldürülürken, Cumhuriyetin ilk yillarinda pek çok gazeteci sudan sebeplerle “Istiklâl Mahkemesi, huzuruna çikarilmis, bu arada o devrin mühim adami ve “Istiklâl Mahkemesi” üyesi meshur Kiliç Ali de, bir gazeteci-milletvekilini hem de gazete idarehânesinde dövmekten çekinmemistir!.. Cumhuriyetin ilânindan hemen on bes ay sonra cereyan eden bu gazeteci dövüp yaralama olayi, Millî Mücadele’nin aci günlerinde yurt disina kaçan bâzi zengin Rum ve Ermenilerin zafer kazanildiktan sonra dedikodulu bir sekilde Türkiye’ye dönmelerinden dogmustur. Ismet (Inönü) Pasa baskanligindaki hükümetin isbasinda bulundugu 1924 yilinda Istanbul basininin, kaçan zengin Ermenilerden bâzilarinin zamanin Içisleri Bakani Ferid Bey’in muvafakatiyla yurda döndükleri yolunda yürüttügü genis ve sert nesriyat B.M. Meclisi kürsüsüne kadar götürülmüs, Erzurum milletvekili Rüsdü Pasa ile Zonguldak milletvekili Halid Bey’in müstereken hazirlayip Meclis baskanligina verdikleri takrir (uydurma dilde önerge) 76 yil evvel 1924 senesinin 14 Nisan günü Meclis’de görülüsürken Degirmenciyan isimli Ermeniden alinan kirk bes bin liralik çek iddiasinin tetkik edilmekte oldugu Içisleri Bakani’nca açiklandiginda takrir sahiplerinden Halil Bey söz alarak su konusmayi yapmistir: “.......... Bu kadar kan döktük, fedakârlik gösterdik. Resmen tesbit olunmus bir hakikat vardir ki, o da Istanbul’da dumanli havalardan istifade etmek isteyen kumpanyalarin mevcudiyetidir. Bazan bunlara ufak, büyük memurlar da katiliyor, vaktiyle Istanbul’dan adam kaçiranlar bugün onlarin geri gelmelerine çalisiyorlar. Rivayete göre Ankara’da subeler teskiline bile tesebbüs ediliyor. Sebuhyan’in firarindan sonra emval-i menkûlesi (tasinabilir mali) satilmis, gayr-i menkûlesine (tasinamayan malina) el konulmustur. Sebuhyan, bu defa tesebbüste bulunmus, tahkikat lehinde neticelenmediginden dönmesine müsaade edilmemis, bâzi kimselere yirmi bin lira teklif edilmis, hattâ bâzi yardim kuruluslarina teberruda (bagista) bulundugu söylenmis ve neticede Sofya’da bulunan Sebuhyan geri dönmüs ve Istanbul’a gelince ilk isi “Tasfiye Komisyonu” aleyhine dâvâ açip emvalini (mallarini) geri almak olmus (çok açik gözmüs sesleri)... Içisleri Bakani gazetelere beyanatindan, geri gelmek hâdisesinde bir yanlislik oldugundan bahsediyordu. Istanbul Polis Müdürü gazetecilere “emir verdiler çikardim, emir verdiler aldim” demistir (gülüsmeler, alkislar). Buna Iskandal derler!.. Içisleri Bakani bunlari tekrar hudut disina çikarmakla ikinci hatâyi yapmis oluyor. Bu birbirini tutmayan emirler verilirken, Cumhuriyetin haysiyetini düsünmek icap ederdi. Sebuhyan’in karisi çikarilmamis, buna sebeb nedir? Vaktiyle Istanbul Valisi’nin bir etiket meselesi, burada uzun münakasalara sebeb oldu ve o zamanki Içisleri Bakani zavalli Vali’yi kurtarmak için akla karayi seçti. Halbuki bu defaki muamele bir rezalet-i idareyedir. Buna iskandal derler. Sualimi istizaha (gensoruya) çevirmeyi düsünüyorum. Bu ise Meclis’in el koymasi lâzimdir. Bilhassa bâzi vesikalarin çalinmasi için tesebbüse geçildigi yaziliyor. Meclis’in tahkikat yapmasi hakkindaki takririmin kabulünü rica ederim.” Zonguldak milletvekili Halil Bey’in bu teklifi kabul edilip “Meclis Tahkikati” açilirken basindaki nesriyat da hazirlanmis, Millî Mücadele’nin ölüm-kalim günlerinde çesitli yollarla yurdu terkeden Rum ve Ermeni zenginlerinin, o kara, aci günler geçtikten sonra yurda dönmeleri basinda “cinayet-i uzmâ/büyük cinayet” olarak kaydolunurken “daha Dumlupinar’da, Sakarya’da, Inönülerde verdigimiz sehidlerin kani kurumamisken bu denileri (alçaklari) sine-i vatana almanin tarih huzurunda asla affedilmeyecek bir gaflet” oldugu gerçegine de parmak basilmis, bu arada Gelibolu Milletvekili Celal Nuri’nin “Ileri” gazetesinde yayinladigi sert bir yazi ile Içisleri Bakani Ferid Bey’e “hiçbir Türk’ün itimadi kalmadigi” iddia olunmustur!.. Tahkikat komisyonu Istanbul’da Basinin bu hassasiyeti devam ederken “Meclis Tahkikat Komisyonu” Istanbul’a gelmis ve Komisyon Baskani Nedim Nazmi Bey’in düzenledigi basin toplantisiyla vazifeye baslamasindan hemen birkaç gün sonra Istanbul Polis Müdürü Sadeddin Bey ve Deniz Pasaport Dairesi’nden üç memur nezaret altina alinmis, bu arada Istanbul Valisi Haydar Bey’in de kaçanlardan Kozmeto’nun karisinin yurda dönüsüyle alâkali olarak ifadesine müracaat olunmustur. Yürütülen tahkikatin gizliligine ragmen “cinayet-i uzmâ”ya bâzi milletvekillerinin adlarinin karistigi haberi basina sizmis ve gazetelerden bâzilari bu yolda nesriyat yaparken, Meclis Baskani Fethi (Okyar) Bey Istanbul’a gelerek Komisyon Baskani ile görüsüp “her meselenin hak ve adaletle halledilecegi” yolunda beyanda bulunmussa da, gazetecilerin “kaçanlarin geri gelmeleri rezaletinde bir milletvekili hazineyi binlerce lira zarara soktu” ve “mes’uliyyet, yalniz bir iki küçük memura mi inhisar edecek” gibi nesriyatina mâni olamamistir. Bu çesit nesriyatla Içisleri Bakani Ferid Bey’in pek fena hirpalandigi o günlerde TahkikatKomisyonu vazifesini bitirmis ve hazirlanan raporda kaçip giden bazi zengin Rum ve Ermenilerin savas sonrasi yurda dönüslerinde suç unsuru bulundugu sarahatle tesbit edilmistir!..Komisyon raporunda milletvekillerinden Kiliç Ali, Necmeddin Molla ve Rize Milletvekili Rauf gibi isimlere rastlanmis, bu arada Içisleri Bakani Ferid Bey istifa ederek bu Bakanliga Recep (Peker) getirilmistir. Ancak Ferid Bey’in istifasi aleyhindeki nesriyati durdurmamis, o günlerin basini “cinayet-i uzmâ”nin pesini birakmamis, adi geçen milletvekilleri hakkindaki yayini sürdürmüstür. Gazetelerin bu sert yayini devam ederken Komisyon raporuna adi karisanlardan NecmeddinMolla dokunulmazliginin kaldirilmasini talep etmis, diger iki milletvekilinin ise bu mevzuda bir tesebbüsleri olmamistir!.. Gazeteciyi dövüp yaralama! Iste Celal Nuri isimli gazeteci-milletvekilinin dövülmesi, olaylarin böyle bir safhaya intikal ettigi günlerde cereyan etmis ve 31 Temmuz 1924 tarihli “Ileri” gazetesi nesriyatindan ögrendigimize göre is bu dövüp yaralama olayi söyle cereyan etmistir. Kiliç Ali 30 Temmuz günü “Ileri” gazetesine telefon ederek Celâl Nuri’yi aramis, onun gazetede oldugunu ögrenince yaninda Rize Milletvekili Rauf oldugu halde gazete idarehânesine gitmistir. Odasinda Suphi Nuri ve Dersim Milletvekili Ferudun Fikri Beylerle oturmakta olan Celâl Nuri’nin üzerine tabancasini çekerek yürüyen Kiliç Ali türlü hakaretten sonra eline geçen bardak, sürahi, fincan, sigara tablasi gibi ne varsa hepsini Celâl Nuri’nin üzerine firlatmis, bu âni hücumla Celâl Nuri yaralanirken odanin camlari da kirilmistir!.. Kiliç Ali’nin tecavüzünü Feridun Fikri Bey önlemek istemis, ancak bütün gayretine ragmen Celâl Nuri’nin tabanca kabzasiyla basindan agir bir sekilde yaralanmasina mâni olamamistir! Celal Nuri’yi bu sekilde dövüp yaralayan Kiliç Ali, pek galiz küfürlerle gazete idarehânesini terkederken olay mahalline bir polis memuru gelmisse de mütecavizin dokunulmazligi dolayisiyla olaya müdahale edememis, bu arada Celal Nuri Bey basindan sizan kanla baska bir odaya alinip Zabita Tabibi Nafiz Bey tarafindan ilk tedavisi yapilmistir. Bilâhare Savci, Polis Müdürü ve Sorgu Hakimi gazeteye gelip tahkikata baslamislardir. “Ileri” gazetesi haberine göre Kiliç Ali, Celal Nuri Bey’in bulundugu odaya girdiginde: “Ben hepinize gösterecegim. Gazetelere, Tahkik Heyetine, Içisleri Bakani’na hepinize gösterecegim..” diye bagirarak Celal Nuri’nin üzerine yürümüstür!.. Bu durumda Kiliç Ali’nin Celal Nuri’yi dövmesi, firari beceren Rum ve Ermenilerin yurda dönmeleriyle alâkalidir. O devirde gazetelerin “cinayet-i uzmâ” diye andiklari bir meseleye Kiliç Ali’nin adinin karismasindan dogan bu gazeteci dövüp yaralama olayi, muhalif milletvekillerinin gayretine, basinin sürekli yayinina ragmen bir netice vermemis Celal Nuri Bey dövüldügü ile kalmis, Kiliç Ali ise uzun yillar devam eden milletvekili dokunulmazligi dolayisiyla takibattan kurtulmus, zengin Rum ve Ermenilerin önce nasil kaçabildikleri, sonra yurda nasil girebildikleri tarihin kirli ve karanlik olaylari arasina karismistir.!.. Kaynak: Milli gazete, 14.04.2000 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:01 | #9 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Kemalizm ve Kadin!..
Bilindigi gibi 5 Aralik 1934 tarihi, kadinlara siyasi haklarin verildigi iddia edilen tarihtir. Ancak kadinlara verildigi iddia edilen bu haklar, kadinlar tarafindan verilen mücadele ne-ticesinde alinan haklar olmayip, tepeden inme bir anlayisin neticesinde Mustafa Kemal tarafindan bagislanan haklardi. Dolayisiyla, Kemalistler tarafindan, Bati'nin bir çok ülkesinden önce verilmekle övünülen bu haklar, Sirin Tekeli'nin de belirttigi gibi konjonktür geregi verilen ve buna ragmen kontrollü olarak kadinlara kullandirilan -bazen de kullandirilmayan- türden haklardi. Çünkü, Kemalizm kurulusundan bu yana, tepeden inmeci, jakoben bir anlayisin tezahürü olan tek millet, tek sef, tek devlet esasina dayali, oportünist, çikarci, pragmatik despot bir anlayisi temsil eden bir sistemdi. Ve bu nedenle de muhalefete ve hatta degisik görüslere bile tahammülü olmayan bir sistem öngörmekteydi. Bu sistem, "tek kisi"nin hakim oldugu bir sistemdi. Ayrica, bu sistem ayni zamanda, bu ülke insanlarini bütünüyle sadece "tek kisi"nin belirledigi hedefe yönlendirmeyi de kendisi için asil amaç edinmisti. Yani, ülkenin bütün insanlari için bir tek hedef vardi; o da, o "tek kisi"nin belirledigi hedefti. Bu hedefin disina çikanlar ya da çikmaga yeltenenler, ülkeye ihanet suçu ile suçlanmaktan kurtulamamislardir. Bugün bile bu "tekçi" anlayis tarafindan belirlenen hedefe muhalif olan kisi ya da gruplar, ayni anlayisi temsil eden, marjinal kalmis Kemalistler tarafindan, öyle degerlendirilmiyor mu? Iste "tek kisi" tarafindan belirlenerek çerçevesi -adeta- duvarlarla örülen bu anlayis, toplumu tepeden tirnaga kadar yeniden sekillendirmek için ayni tür uygulamalara halen bugün de devam etmektedir. Kisacasi, Osmanli'nin mirasi üzerine kurulan bu yeni ülkenin, yeni yönetim seklinden, çikarilacak kanunlara, halkin giyiminden yasanti sekline hatta yeme içme seklinden, dans etme sekline kadar; bir taraftan toplumsal düsünce, diger taraftan da toplumsal yasanti sekli, bu tek'çi anlayis tarafindan sekillendirilmistir. Dolayisiyla ülkeye çesitli desiselerle hakim olan bu anlayista; Cumhuriyetin ilan edilmesine de, kadinlara siyasi haklarin verilmesine de ve hatta kimlerin hangi bölgelerde milletvekili olacagina da, tek basina karar veren hep 'o' tek kisi olmustur. Ve o tek kisinin agzindan çikan bir sözle kimi insanlar ihya olmus, kimi insanlar da daragaçlarinda sallandirilmistir; ve bu tek kisinin karari ile bir gecede cumhuriyet ilanina karar verilmis, partiler kurulmus ve partiler kapatilmistir. Hatta, "tek kisi" tarafindan alinan bu gibi siyasi ka-ralarin yaninda, kisiler arasindaki iliskilere de müdahale edilerek kadinlarin dans etmeleri bile, onun emri ile olmaktaydi. Nitekim bir defasinda, "... devlet yüksek yöneticilerinin de çagrili oldugu bir baloda üniformali subaylarin dansetmediklerini gördü. Gazi, bunun nedenini sordu. Komutanlardan biri, suçun her dansa çagriyi geri çeviren kadinlarda oldugunu söyleyince Mustafa Kemal, yüksek sesle topluluga söyle seslendi: 'Arkadaslar, dünyada subay üniformasi giymis bir Türk erkeginin dans önerisini geri çevirebilecek bir kadinin bulunabilecegini düsünemiyorum. Simdi emrediyorum! Hemen salona dagilin! Ileri Mars! Dans edin!" emri üzerine, herkesin dans etmeye kalkismasi da, bu "tek kisi"nin otoritesinin etkisini göstermesi bakimindan ilginç bir örnektir. Bu tür emirler sadece dans etmeyle de sinirli kalmiyordu. Nitekim, daha sonra ki dönemlerde ülkenin öncelikli tehdidi olarak ilan edilen ve "Komünizm her görüldügü yerde basi ezilmelidir" sözü mensuplari için söylenen TKP'nin (Türkiye Komiünist Partisi) kurulmasi ile ilgili ilk emir de yine Mustafa Kemal tarafindan verilmisti. Buna gerekçe olarak da, Talat Pasa'ya yazdigi mektupta da belirtildigi gibi, "gerekirse bolsevizmi de biz kurariz" seklindeki Mustafa Kemal'in konjonktürel ve pragmatik anlayisi idi!.. Mustafa Kemal bu güçlü ülkelerden yana görünme anlayisini, ülke içinde gücü/hakimiyeti tek basina ele geçirinceye ve ülke disinda ise himayesine girdigi ülkenin güçlülügü netlesinceye kadar devam ettirmistir. H. Edip Adivar'in da belirttigi gibi Mustafa Kemal, gücü ele geçirdikten sonra, emirlerine itirazsiz uyulmasini ve kendisine karsi hiçbir elestiri geti-rilmemesini açikça belirtiyordu. Nitekim, H.E. Adivar ile bir konusmasinda, "Herkes benim verdigim emri yapmalidir... Ben hiçbir elestiri, hiçbir fikir istemiyorum... Yalniz emirlerimin yerine getirilmesini..." istiyorum seklindeki sözlerinden de bu durum açikça görülüyordu. Mustafa Kemal, ölünceye kadar da, bu tavrini devam ettirmis ve iradesine -en yakin arkadaslari dahil- hiç kimseyi ortak olarak kabul etmemistir. Buna yeltenenlerin ise, maalesef politik hayatlari da, sosyal hayatlari da hüsranla sona ermistir. Kazim Karabekir, Rauf Orbay ve arkadaslari ile ünlü hatip onbasi Halide Edip Adivar'in -son dönemde de Ismet Inönü'nün- basina gelenler, Mustafa Kemal'in bu tavrinin ilginç örneklerinden sadece birkaç tanesidir. Anlasilan odur ki, Mustafa Kemal, kendi düsüncesinin disinda hiç kimsenin düsüncesine önem vermezdi. Her konuda -hemen hemen- yalniz basina karar verir ve uygulamaya koyardi. Zaman zaman, herhangi bir konu ile ilgili olarak Çankaya Köskü'ndeki "içki sofrasi"na çagirdigi kimselerden ise, konu ile ilgili görüslerini almaktan ziyade, kendisinin önceden vermis oldugu karari onlara duyurmaya yönelik olmakta idi. O dö-nemde, Mustafa Kemal'in etrafinda bulunanlar da, Mustafa Kemal'in bu "tek"ligini, her seyin kendi karari ile yapildigini ya da yasaklandigini, kendi kararlarinin aksine görüs serdetmenin hayati tehlikeyi gerektirdigini konusmalarinda, yazilarinda dile getirmekten de bir beis görmemekte idiler. Nitekim, Kiliç Ali tarafindan bu durum "Aksam" gazetesindeki bir makalede; "... Milli Kurtulus Savasini halkin degil, sadece Atatürk'ün yaptigi" ileri sürülüyordu. Bu yaziyi aktaran Zekeriya Sertel "Yaziyi okumamiz bitince Ahmet Rasim Bey gözlügünün altindan bana söyle bir bakti: -Cevap verecek misin? dedi. Sanmiyorum, dedim. Sakin ha... Yaziyi kimin yazdigi belli. Mustafa Kemal'le çatismayi göze almak gerekir. Bu da bugünkü kosullar içinde delilik olur. Yaziyi hiç okumamis gibi davran." Sertel de "Öyle yaptim" diyor. Seyh Said kiyami nedeniyle kurulan Istiklal Mahkemeleri de emirle, hem de tek kisinin emriyle kurulmustu ve çalismalarini da bu "tek kisi"nin emriyle devam ettiriyordu. Çesitli illerde kurulan bu mahkeme-lerde, yine emirle sayisiz insan daragaçlarinda sallandirilmisti; herhalde -dili olsaydi- bunun en canli sahidi de Samanpazari sirtlari idi. Daragaçlarinda sallandirilan bu insanlarin suçlari ise, -tamaminin da- potansiyel muhalif olarak görülmeleriydi; isin üzücü tarafi da, bunlarin basinda, Milli Mücadele adi verilen Mücadeleyi baslatanlar, bulunduklari bölgelerde dis düsmani cani kani pahasina kovanlar gelmekteydi. Bunlarin arasinda, az da olsa kendilerini tehdit etmek ve göz dagi vermek için, yandasi gazeteciler de vardi. Bu gazeteciler, Istiklal Mahkemelerinin "tek kisi"nin emriyle çalistigina güzel bir örnek teskil etmektedir. "Istanbul'un belli basli gazete bas yazarlari Diyarbakir'daki Istiklal Mahkemesine gönderilmislerdi. Bunlar arasinda "Tasviri Efkâr" sahip ve basyazari Velid Ebuzziya, "Vatan" gazetesi sahip ve basyazari Ahmet Emin Yalman, ayni gazetenin yazarlarindan Ahmet Sükrü Esmer, gene bas yazarlardan Ismail Müstak ve baskalari vardi. Ahmet Emin, daha yoldayken, Adana'dan, Mustafa Kemal'e telgraf göndererek yalvarmaya baslamisti. Affedilirse, bir daha gazetecilik yapmayacagina söz veriyordu..." "Tek Kisi" gücünü ve "Tek"ligini kanitlamiscasina, bu tür yalvarmalardan sonra, gazetecilerin serbest birakilmasi, yine bu "tek kisi" tarafindan saglanmisti. ANADOLU KADINI, MILLI MÜCADELENIN ASLI UNSURLARINDANDI!.. Osmanli Imparatorluguna ait topraklarin paylasilmasina yönelik olarak, emperyalist ülkelerce Anadolu'nun çesitli bölgelerinin isgal edilmesine karsi verilen mücadelede, Anadolu Kadinin bu mücadelede oynadigi rolü göz ardi etmek, bu mücadelenin anlasilmamasi ya da eksik anlasilmasi anlamina gelir. Bilindigi gibi bu ülke, bu yüz yilin baslarindan itibaren Ingilizler, Fransizlar, Italyanlar, Yunanlar ve Ermeniler tarafindan isgal edilmisti. Hilafetin bulundugu merkez Istanbul da isgal altindaydi. Ancak bütün bu olumsuzluklara ragmen kadiniyla, erkegiyle, genciyle, ihtiyariyla ve hatta çocuguyla organizeli, birbirinden haberli olmasa da, -Mustafa Kemal henüz Padisah tarafindan görevlendirilmemisti bile- bu isgali sona erdirmek için, Anadolu bütünüyle adeta ayaga kalkmisti. Kadinlar yaptiklari mitinglerle -özellikle de Sultanahmet Meydani'nda H. Edip Adivar'in konustugu miting- bir taraftan kendileri fiilen mücadeleye katiliyorlardi, bir taraftan da top yekun bütün bir halk, bu mücadelenin saflarina katilmaya davet ediliyordu. Iste bu amaçla kadinlar mücadelelerini daha organizeli yapmak için, ülkenin çesitli bölgelerinde çesitli isimler altinda kurduklari cemiyetler halinde örgütleniyorlardi; bunlarin arasinda yaygin olarak örgütlenen ve birçok ilde subelerini de açan Anadolu Kadinlari Müdafaa-i Vatan Cemiyeti de vardi. Böylesine kutsal bir mücadelede Anadolu kadini, sadece ordunun yardimci hizmetlerine katkida bulunmakla yetinmemis, mücadelenin her safhasinda yer alarak, baska ülke-lerde benzeri olmayan kahramanliklar sergilemistir. Anadolu kadini, yerine göre, cephe gerisinde cephaneyi, yaralanan milisi/askeri, hastalanan hastayi ve ikmal maddelerini sirtinda ya da kagnilarda tasirken, yerine göre de elinde silahi ile gönüllü olarak cepheden cepheye kosarak milis kuvvetleri ile birlikte savasa katilmistir. Hilafetin ve ülkenin kurtarilmasi için bu savaslarda, isimleri bilinenlerin haricinde, çok sayida isimsiz kahraman Anadolu kadini gençligin baharinda iken sehit olmustur. Çünkü, basta Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi'nin fetvasi olmak üzere bir çok fetva onlar için vazgeçilemez olan bir kutsal hedefi gösteriyordu ki o da; ya sehit olmak ya da gazi olmakti. Denizli Müftüsü fetvasinda söyle diyordu; "...Bizler simdiye kadar esir yasamadik ve yasamayiz. Silahimiz yoksa sapan tasiyla düsmana karsi çikmak ve onu tepelemek her Türk ve Müslümana farz-i ayndir. Fetva veriyorum..." Iste bu fetvalar dogrultusunda Anadolu insani; kadini ile erkegiyle, müstevli devletlere karsi adeta ayaga kalkmisti. Nitekim bu kadinlardan, "Gördesli Makbule Hanim 1921'de, evlendikten hemen sonra kocasiyla birlikte bir çete örgütlemisti. Bu çete, birkaç ay boyunca düsmani hayli hirpaladi. Gördesli Makbule Hanim savas alaninda sehit düstü." Yine, Tayyar Rahmiye Hanim Güney cephesinde 9. Tümene bagli bir gönüllüler müfrezesine komuta ediyordu. Bu müfreze, 1 Temmuz 1920'de Osmaniye'deki Fransiz müstahkem mevki karargahina saldirma buyrugunu aldi. Tayyar Rahmiye Hanim, buranin ele geçirilmesinden az bir süre önce can verdi." Yine, "Anlatildigina göre, bir Türk kadini sirtinda çocuguyla cepheye, bir araba dolusu mühimmat ve cephane götürmektedir. Yagmur yagmaya baslayinca, cephaneler islanmasin diye çocugunu sardigi örtüyü hemen çikarip cephanelerin üzerine örter. Iki öküzün çektigi arabada, siperlere erzak tasimakla görevli bir kadinin öyküsü de, sik sik dile getirilir; Öküzlerden biri düsman kursunlariyla agir yaralanir. Kadin ve yanindaki iki çocugu öküzün yerine kosularak arabayi çekmeye devam ederler. Sirtlarinda süt bebekleriyle, cepheye yiyecek-içecek tasiyan kadinlarin öyküleri de anlatilan ilginç olaylardandir. Gene, Sakarya savaslari sirasinda, 23 Agustos 1922'de cepheye cephane tasiyan konvoydaki hamile bir kadin, dogum yapar. Hemen cephe gerisine göndermek isterler; fakat o reddeder: "Ben bunlari nasil birakirim? Ordu cephane bekliyor." Iste, Anadolu kadini; gerektigi zaman çocuguna analik, kocasina eslik, gerektigi zaman da savasta en ön saflarda savasarak sehit düsmenin ne kadar kutsal oldugunu bilecek kadar inanç sahibi idi. Mustafa Kemal de 21 Mart 1923'te Konya'da Kizilay'in kadin kollarina hitap ederken, Anadolu kadinini söyle degerlendirmektedir; "...Çift süren, tarlayi eken, ormandan odun, kereste getiren, mahsülati (ürünleri) pazara götürerek paraya kalbeden (çeviren), aile ocaklarinin dumanini tüttüren, bütün bunlarla beraber sirtiyla, kagnisiyla, kucagindaki yavrusu ile, yagmur demeyip, sicak-soguk demeyip, cephenin mühimmatini (savas gereçlerini) tasiyan hep onlar, hep o ulvi (yüce), o fedakâr, o ilahi Anadolu kadinlari olmustur..." Dolayisiyla, Anadolu'nun bu rolünü -kadini ile erkegiyle- göz ardi ederek Milli Mücadelenin kazanilmasini "tek kisi"nin kahramanligina ya da dehasina baglayarak anlatanlar, Milli Mücadeleyi kazanan ruhu anlayamayanlardir. Anadolu insani; kadini ile erkegi ile, genci ile ihtiyari ile, bütün olumsuzluklara ragmen, "cihad" askiyla; "ya sehid, ya da gazi" olma suuruyla dis düsmani ülkeden kovmak için can siperane savasmislardi. Bu bitmez tükenmez savaslar dolayisiyla Anadolu insani, yorgun düsmenin yaninda gün be gün yoksullasmisti da. Ama onlar için yoksullasmak önemli degildi; önemli olan ülkenin ve istila edilen Islam topraklarinin "gavur"dan kurtarilarak, temizlenmesiydi. Nitekim, Izmir'in Yunanlilar tarafindan isgaline mukavemet edilmemesini isteyen Izmir Valisi Ahmed Izzet Bey'e karsi "Vali bey! Bu, kanimla kirmiziya boyanabilir. Fakat alnimda Yunan alçagini sükunet ve tevekülle karsilamis olmanin karasi oldugu halde huzuru ilahiye çikamam" diyen Izmir Müftüsü Rahmetullah Efendi1 ile "Kalesinde bayragi dalgalanmayan esir bir ülkede Cuma namazi kilinmaz"2 diyen bir baska Hocaefendi'nin konusmasinda belirttigi sözler, bu temizlik harekatinda atilan ilk kursunlardi!.. Çünkü, onlar için ilk ve son hedef; 'ya istiklal, ya ölümdü.' Bu nedenle, Anadolu'nun inançli insani, cani dahil, varini yogunu düsmani bu ülkeden kovmak için ortaya koydugundan, yiyecegi ekmegi giyecegi elbisesi bile kalmamisti. Ve, Anadolu Köylüsü fakirlestikçe fakirlesmisti! Bu durumu Zekeriya Sertel hatiralarini yazdigi kitabinda söyle anlatiyor; "... Önce bir kitlik basladi. Bu kitlik yildan yila artti. Yillarca çamur gibi kara ekmek baslica gidamiz oldu. Genis halk yiginlari yiyecek sey bulamiyordu. Çocuklar sütsüz, hastalar ilaçsiz, insanlar ekmeksiz kaldi..."3 Kitabinin bir baska sahifede ise; "Ankara'ya gelen köylülerin bir kismi burada açikta yasarlardi, hayvanlari ve çoluk çocuklariyla beraber. Hayvanlari bir kenara bagli-yor, yere yirtik pirtik bir seyler açiyor, günü geceyi onlarin üzerinde geçiriyorlardi. Köylülerin arabalari ve hayvanlariyla sehre girmeleri yasak edilmisti. Üstleri baslari yamadan görünmüyor, renkleri topraktan ve kilden anlasilmiyordu. Yasayislari fakirce olmaktan da asagiydi. Hani istatistiklerde asgari yasayis seviyesi diye bir deyim vardir. Bunlar bu yasayis seviyesinin altindaydilar. Eger buna yasamak demek dogruysa... Arada sirada yanlarina giderdim. Baska bir dünyadan gelmis bir yaratiklar gibiydiler. Ben sefaletin bu kadar koyusunu, bu kadar elle tutulanini görmemistim. Oysa, bu büyük kurtulus savasini onlar yasamislardi. Su yirtik kirli paçavralar içinde vücutlarini örtmeye çalisan kadinlar, cepheye sirtlarinda mermi tasimislardi. Anadolu'nun kesin gerçegi buydu."4 Iste, yerine göre cephede en önde savasan ve yerine göre de cephe gerisinde cep-heye cephaneyi sirtinda tasiyan Anadolu'nun cefakar insaninin durumu böyle içler acisiyken; Istanbul ve Izmir'de yasayan küçük bir azinligin -ki bunlarin arasinda Mustafa Kemal'in evlendigi Latife Hanimin ailesi (Usakizade Muammer Beyin ailesi) de vardi- savastan ve savasin getirdigi yoksulluktan habersiz debdebe içinde yasiyordu. Bu küçük mutlu azinligin arasinda karaborsacilik, yolsuzluk ve rüsvet almis yürümüstü. Ittihatçilara bagli olan imtiyazlilar ise, sonsuz servetler yapmislardi. Bunlar, aç kalmis halkin sefaletiyle alay eder gibi isi safahata vurmuslardi. Apartmanlar kurmuslar, barlarda ve eglence yerlerinde artistlerin sigaralarini binlik banknotlarla yakip egleniyorlardi. Sarap ve sampanyadan nehirler akitiyorlardi. Üstelik bütün bu ******lerini, vurdumduymazliklarini aç halkin gözü önünde yapiyorlardi.5 Görüldügü gibi, Milli Mücadele Anadolu insanini yorgun düsürüp fakirlestirirken, büyük kentlerde yasayan bu, bir avuç mutlu azinligi ise zenginlestirmisti. Bir taraftan, Anadolu'nun inançli insani 'gavur' olarak bildikleri düsmanlari cani, kani pahasina yurdunda atmaya çalisirken, diger taraftan da dönemin kimi tüccari, mütegallibesi, bürokrati ve toprak agasi ise 'paranin milliyeti olmaz' sözünü dogrulatircasina, 'giden agam, gelen pasam' mantigi ile müstevli güçleri sevinçle karsilamaktaydi. Hatta "esrafin gözünde, yabanci ordular, anarsiyi sona erdirip sermayeye yeniden güven saglayan kurtaricilardi. Izmir ve Ege havalisinde terzilere, Yunan bayraklari siparis edilmekte; bazi bölgelerde karsilama törenleri hazirlanmakta, 'bizi kurtarin' yollu çagrilar yapilmaktaydi."6 Bunlar, Anadolu insani fakirlesirken zenginlesen insanlardi; savas zenginleriydi. Ülkenin isgal edilmesi, ülke zenginliklerinin tarumar edilmesi bunlarin umurunda degildi. Bunlar için önemli olan, baskalarinin egemenliginde bile olsa, kendi zevk ve sefalarinin devam etmesi idi. Dolaysiyla, ülkenin Ingiliz ya da Amerikan veyahut Fransiz tarafindan isgal edilmesi bunlari hiç üzmezdi. Zaten, mandaciligi ya da büyük bir devletin himayesine girerek kurtulmak isteyenler de yine bu küçük mutlu azinlik idi. Nitekim; "... Ingiliz Ticaret Odasi da, Times gazetesine gönderdigi bir telgrafta, "Sehrin Yunanlilara verilmesinin felaketlere yol açacagini" belirttikten sonra, "Hristiyan ahali kadar, Türk halkinca da bir Ingiliz, Amerikan veya Fransiz himayesinin sevinçle karsilanacagini" ileri sürmektedir. Bu muhalefete ragmen, Yunan isgali gerçeklesmis ve kompradorlar, nihayet yine de Ingilizlerin egemenliginde bulunan Yunan yönetimine intibak etmislerdir. Gerçi Yunan isgali kanli ve yagmaci olmustur... Yunanlilarin kulaklari çekilerek bu hareketler önlenmis ve kompradorlar faaliyetlerini, Kurtulus Savasi'ndan habersiz sürdürmüslerdir. Kompradorlarin bir kurtulus savasi verildiginden haberleri, ancak Izmir'de Türk süvarilerinin nal sesleri isitilince olacaktir. (...) Otel Naim'in taraçasinda ay isiginda dansli aksam yemekleri veriliyor, Sporting Clup'de bir Italyan grubu Rigoletto ve Traviata'yi oynuyor, kahvelerde karartma saatine kadar gitarlar çalinip sarkilar söyleniyor, garsonlar müsterilere serbet, nargilelere küçük kor parçaciklari tasiyip duruyorlardi." (...) "Istanbul'da da durum farkli degildi: "Trakya'ya gitmek üzere Istanbul'a gelen bir milliyetçi jandarma birligi, sokaklardan geçerken alkislarla karsilandi. Yabancilarla Löventenler gözden uzak duruyor, milliyetçilerin bu cakasinin bir saman alevi gibi parlayip sönecegini, sonra her seyin yine eskisi gibi olacagini düsünerek, kendilerini avutuyorlardi."7 Anadolu Köylüsünün aç olmasi, yoksullasmasi bunlarin umurunda degildi; hatta ülkenin tamaminin 'gavur çizmeleri' altina girerek istila edilmesi de bunlari fazla ilgilendirmiyordu. Bunlar için önemli olan yasadiklari o süfli, igrenç ve pespaye hayatin devam etmesiydi. Ne yazik ki, zaferden (ne kadar zafer denilebilir, o ayri bir tartisma konusudur.) sonra da ülkenin itibar edilen, önlerinde dügme iliklenerek saygi ile egilinen insanlar da yine bunlar oldu. Yani Anadolu'nun o inançli, o cefakar insani "gavur"u kendi ülkesinden bütün sikintilara ragmen kovmustu ama ne yazik ki, kovulan o 'gavurlarin' yerine, Anadolu insaninin inanci ile, yasantisi ile, Anadolu insanina bakisi ile o 'gavurlari' aratmayacaklar gelmisti. Ancak, bunlarla savasmak, o "gavur" bildikleri dis düsmanla savasmak kadar kolay olmayacakti. Nitekim olmamisti da!.. Cumhuriyetin Ilani ile Birlikte Anadolu Kadini da Unutulmustu!.. Osmanli Imparatorlugu'nun geri kalan topraklarinin da müstevli devletler tarafindan isgal edilmesinden sonra baslatilan Milli Mücadelede erkeklerin yaninda kadinlar da yogun bir biçimde yer almislardi. Kadinlarin Milli Mücadeleye katilimi baslangiçta protesto mitingleriyle baslamis, mücadelenin ileri ki dönemlerde ise cephede ve cephe gerisinde görev almalarla devam etmisti. Kadinlar, bu tür faaliyetlerin yaninda, ayrica Anadolu'nun çesitli bölgelerinde baslayan örgütlenme faaliyetlerine de etkin olarak katilmislardir. Nitekim kadinlar tarafindan, "5 Kasim 1919'da Sivas'ta Anadolu Kadinlari Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kurulur. Cemiyetin 11 maddelik kurulus tüzügü 1. Maddesinde Sivas merkezine bagli yerel ve bagimsiz subelerin kurulmasini öngörür. 2. Maddede "mütarekenin imza tarihinde elimizde kalan ve çogunlugunu müslümanlarin teskil ettigi Osmanli topraklarinin bir bütün oldugu, parçalanamayacagi" ilkesi benimsenmektedir... 4. Madde, dogal ve faal üyelerin kimler oldugunu saptamaktadir. Buna göre tüm "Islam hanimlari" dernegin dogal üyesi kabul edilmektedir... Amasya, Kayseri, Nigde, Erzincan, Burdur, Pinar Hisar, Konya, Denizli, Kastamonu ve Kangal'da subeler kurulur..."8 1919 yilinda kadinlarin bilfiil üyesi olduklari derneklerin sayisi 19'u bulmustu.9 Milli Mücadelenin ilk dönemlerinde faaliyet gösteren bu tür kadin derneklerinin amaci ülkenin düsmandan kurtarilmasi idi. Amaç, bütün dünyaya Halide Edip Adivar'in da belirttigi gibi "insanlarin kardesligini ve barisini ifade eden Islamiyetin de, Türkiye, zulme ugramis milletin de ebedi" oldugunu göstermekti.10 Bu nedenle de, kadinlar kendileri için siyasal hak talebini baslangiçta gündeme getirmemislerdi. Ancak, Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte kadinlarin da kendilerine siyasal haklarin verilmesi için bir takim çalismalarda bulunduklari görülmektedir. Kadinlara seçme ve seçilme haklari dahil bir takim siyasal haklarin verilmesi için faaliyette bulunan örgütlenmelerin basinda ise 1924 yilinda kurulan Türk Kadinlar Birligi gelmekteydi. Ancak, bu Birlik, bir taraftan siyasi haklari elde etmek için çaba sarfederken, diger yandan da "zamanin çok özel kosullari nedeniyle ve kurulusuna karsi çikabilecek engelleri önlemek için, siyasal nitelikli tüm maddeleri tüzügünden çikarmaya karar vermis"11 olmasi gibi bir çeliski, ülkenin yönetimini tek basina ele geçiren Mustafa Kemal'in hiçbir muhalefete tahammül etmemesinden kaynaklanmaktaydi. Zaten yerel yönetimler de, merkezi hükümet de henüz zamani gelmedigi için kadinlara siyasal haklarin verilmesini reddediyordu. Çünkü, ülke ve ülke insanlari için neyin uygun oldugu, neyin de uygun olmadigina en iyi karar veren "tekçi" irade, henüz kadinlara siyasal haklarin verilmesini uygun bulmuyordu. Ancak buna ragmen, 1927 yilinin Mart ayinda Türk Kadin Birligi'nin Istanbul'da yaptigi "kongrede oturumlara baskanlik eden Nezihe Muhittin Hanim çalismalar sirasinda, kadinlar için oy hakki ve onlarin yerel seçimlere katilmalarini istiyordu. Bunun için yapilmak istenen tüzük degisikligine karsi çikan ve kadinlarin görevlerinin esas olarak çocuk dogurmak ve yetistirmek oldugunu ileri süren Istanbul Valisi ise, onlarin ne siyasal haklara sahip olmalarini, ne de kamu görevi yapmalarini uygun buluyordu... Ayni yil içinde, yapilmasi beklenen seçimler Kadinlar Birligi'nin istemlerini yogunlastirmasina neden oldu. Dernegin baskani söyle diyordu: "Devrimleri doguran, çabalar ve savasimdir. Biz de, seçimden seçime her yurttas gibi haklarimizi alacagimiz güne degin savasmayi sürdürecegiz. Yasalar, er geç toplumsal yasamin gereklerine uymak zorundadirlar."12 Kadinlar Birligi yetkilileri, ülke yönetimini zorla ele geçiren bu "tekçi" iradeye meydan okurcasina bu tür konusmalara devam ediyordu. Ancak, belirli bir süre sonra bu tür konusmalar, 'tekçi' iradenin hosuna gitmeyecek ve Kadinlara yönelik bir takim müeyyidelerin konmasina neden olacakti. Nitekim bu Birlik adina yapilan bir baska konusmada, "Biz, seçim haklarimizi elde etmeye dayali olan idealimizden vazgeçmis degiliz. Zira bundan vazgeçersek dernegimizin hiçbir var olus nedeni kalmaz. Davamizin zaferi için ölünceye kadar çalisacagiz. Bizim yasamimiz buna yetmezse hiç olmazsa bizden sonra gelenler için ortaligi temizlemis oluruz "deniyordu. Ancak bu konusma bardagi tasiran son konusma oldu. Çünkü, bu tür konusmalar "tekçi" iradenin ortak kabul etmez egemenligine saldiri anlami tasiyordu. Iste bu 'tekçi' iradenin buna tahammül etmesi mümkün degildi. Ve, bu tür konusmalari sona erdirmek için, o "bildik" senaryolar devreye sokuldu. Nitekim, çesitli ayak oyunlari neticesinde, "(...) 1927 Eylül'ünde, dernek içinde bir bölünme oldu... Polis dernek merkezinde arama yapti, "idari usulsüzlük" gerekçesiyle de kayitlarini mühürledi. Gerçekte, bu önlemlerin gerisindeki gerekçe, dernegin ve dernek sorumlularinin çok asiri bulunan istekleriydi. Türk Kadinlar Birligi'nin seçimler sirasindaki istemlerini hiç de olumlu karsilamayan pek çok gazete Birlik yönetim kurulunun dagitilmasi kararindan çok se-vinç duydular..." 13 Egemen iradenin kadinlara herhangi bir hak vermeyecegi ta 1924'lü yillardaki uygulamalardan anlasilmaktaydi. Çünkü, muha-liflerin tamamen ayiklandigi ve üyelerinin tek basina Mustafa Kemal tarafindan atanan meclis bile kadinlara istenilen haklari vermeyi kabul etmemisti. "2. Meclisin 2. Yilinda 13. Toplantida 1924 Anayasasi üzerine yapilan tartismalar sirasinda 10. Madde "her Türk, milletvekili seçimine katilmak hakkina sahiptir" maddesi tartisilirken söz alan bazi milletvekilleri, "Türk vatandaslarinin" kadinlari da içerdigini savunmuslar hatta bunu açikça belirtmek üzere madde degisikligi önermisler fakat bu öneri kabul edilmemis ve tartismalar sonunda madde, komisyonun önerisinden daha kati bir sekle bürünerek " "Her Erkek Türk" seklinde degisti-rilmistir" deniyor. Tezer Taskiran'dan aktarildigi belirtilen dipnotta ise "Bu tartismalarda göze çarpan birkaç ilginç nokta var. Kadinlarin seçme, seçilme haklarinin en atesli savunucusu görünen Recep (Peker) Bey'dir. Oysa sonradan milletvekili seçme seçilme yasasini 1934'e kadar geciktirenler arasinda Recep Beyin de bulundugu anlasiliyor"14 denilmektedir. Bugün kadinlara siyasal haklarin Mustafa Kemal tarafindan verildigini övünerek anlatan Kemalistlerin basörtülü Müslümanlara karsi takindiklari tavrin nereden kaynaklandigi daha iyi anlasilmiyor mu? Bu olaylar, bir taraftan kadin haklari sampiyonlugu yapan, öbür taraftan da kendileri disindaki kadinlari insan yerine bile koymayan marjinallesmis (Sirin Tekeli'nin deyimiyle) tören derneklerinin iki yüzlülüklerinin de nereye dayandigini göstermesi bakimindan ilginç degil mi?s Dipnotlar: 1-Kadir Misiroglu, Sarikli Mücahidler, Sebil Yay. Ist. 1976 s.121 2-Cemal Kutay, Istiklal Savasinin Maneviyat Ordusu, 1. C.Ist. 1977 s.219 3-Z. Sertel, Hatirladiklarim, Gözlem Yay. Ist. 3. Bsk. Mart 1977 s.67 4-Z. Sertel, age. s.116 5-Z. Sertel, age. s.67 6-Ismail Cem, Türkiye'de geri kalmisligin tarihi, Cem Yay. 4 bsk.1974, Ist.s.285 7-Nakleden Dogan Avcioglu, Türkiye'nin Düzeni, Birinci Kitap, Tekin Yay. Its.1977, s.284,285,286 8-Sirin Tekeli Kadinlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yay. Ist.1982. s.203 9-Sirin Tekeli, age. s.199 10-Halide Edip Adivar, Türkün Atesle Imtihani, Atlas Yay. Ist.1979, s.32 11-Dr. Bernard Caporal, age.s.690 12-Dr. Bernard Caporal, age.s.691-2 13-Dr. Bernard Caporal, age. 693-4 14-Sirin Tekeli, age. s.206 Kaynak: Taha Islam, Yakin Tarih ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
03.08.11, 02:01 | #10 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Tek Parti iktidarinin sonu:
14 Mayis 1950 50 yil evvel 14 Mayis 1950 Pazar günü yapilan milletvekili seçimiyle CHP iktidardan düsmüs, kaahir bir ekseriyyetle Demokrat Parti isbasina gelmisti. Yurdumuzda 1876 Anayasa'si ile Sultan Ikinci Abdülhamid devrinde (1876-1909) baslayan milletvekili seçimi Birinci ve Ikinci Mesrutiyet'te oldugu gibi Cumhuriyet devrinde de, 21 Temmuz 1946 Pazar günkü seçime kadar iki dereceli idi, yâni, halk "müntehib-i sâni" denilen "ikinci seçmenleri" onlar da meb'uslari/birara "saylav" da denildi/milletvekillerini seçerdi. Bu çesit seçimler Birinci Mesrutiyet Meclis-i Meb'ûsâni seçimlerinde (1877) sakin geçmis, fakat Ikinci Mesrutiyet'te (1908) ittihatçi sergerdelerin sopali pek çok seçimi görülmüs, hattâ bu seçimlerin birinde Ittihad ve Terakki'ye muhalefete baslayan "Filozof" ünvanli Sair Riza Tevfik pehlivanligina ragmen güzelce bir dövülüp hastahânelik edilmistir!.. Cumhuriyet devrinde ise CHP/o günlerdeki adiyla Halk Firkasi/ seçimlere hep tek parti olarak girdiginden, yâni, muhalif parti olmadigindan, Zeki (Kadirbeyoglu) Bey ile Nureddin Pasa'nin CHP'ye ragmen Gümüshâne'den ve Bursa'dan milletvekili seçilmeleri gibi birkaç olay hariç, Halk Firkasi listesine girebilenler hep mebus olmus, böylesine bir seçim de, siyasî tarihimize seçim degil tayin olarak geçmistir!.. 1946'ya kadar böyle devam edegelen milletvekili seçimleri ilk defadir ki, o yilin 21 Temmuz günü tek dereceli yapilmis, millet, vekilini dogrudan dogruya kendi seçmisse de "açik oy gizli tasnif" gibi acaib bir usulle yapilan bu seçim maalesef pek saibeli geçmis, yapilan yolsuzluklar, oy hirsizliklari, mazbata/tutanak sahtekârliklari Meclis zabitlarinda yer almistir!.. Bu mevzuda muteber kimselerin mühim sehadetleri varsa da, bunlari nakle sütunumuz yeterli olmadigindan, geçelim elli yil evvelki 14 Mayis seçimlerine... Seçimde Adlî Teminat!.. Çok partili dönemin 14 Mayis 1950 milletvekili seçimi yeni Seçim Kanunu'na göre, gizli oy, açik tasnif usulünde ve adli teminat altinda yapilmis, seçimle ilgili islerin cümlesi yöneticilere degil hâkimlere verilmistir. Meclis'den 341 beyaz oy ile çikan bu kanun hükmünce yapilan ilk seçime Demokrat Parti (DP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Millet Partisi (MP) katilmis, seçim öncesi her üç parti de hareketli bir propagandaya girismislerdir. CHP, umumî bir sikâyet mevzuu olan ve muhalefet tarafindan siksik dile getirilen Polis Vazife ve Selâhiyet Kanunu'nu, Sikiyönetimi, Istiklâl Mahkemeleri Kanunu'nu yürürlükten kaldirmis, bu arada Prof. Tunaya'nin ifadesiyle "oy'a dayanarak iktidar ele geçirmek için devrimci tutumundan taviz tutumuna sapmis" Basbakan Semseddin Günaltay, ilk mekteplerde - ana-babanin muvafakatine kalmis, ihtiyari-din derslerini koydurduklarindan; Imam-Hatip kurslari-mektep degil, kurs ve Ilâhiyat Fakültesi açmakla övünmüstür! Cumhurbaskani ise, siddet politikasini önleyecegini, anayasada degisiklik yapilacagini va'd etmis, kendisini diktatörlükle suçlayanlara da su cevabi vermistir: "Seçim zamaninda diyar diyar dolasarak kendini vatandaslarina begendirmeye çalisan diktatör isitilmis midir?.. Ismet Inönü böyle diktatörlük iddiasini reddediyordu ama, Millet Partisi Istanbul listesinin basinda bulunan Maresal Fevzi Çakmak'in seçim arefesindeki vefati (16 Nisan 1950) dolayisiyla takindigi tavir Istanbul'da büyük hâdiselere sebeb olmus, Inönü o devirde bir telefon emriyle önleyebilecegi bu olaylara maalesef seyirci kalmis, bu hareketi de Maresal'la arasindaki ihtilâftan ötürü yapmis, neticede takindigi bu tavir aleyhine olmus, CHP'nin seçimi kaybetmesinde Maresal'in ölümündeki olaylarin tesiri görülmüstür. Demokrat Parti ile Millet Partisi'nin seçim öncesi faaliyetleri ise, CHP icraatini tenkit ile geçmis, bilhassa Millet Partili hatiplerin tenkitleri çok sert olmus, bu arada bu hatiplerin Demokrat Parti'yi muvazaa/danisikli dögüs ile ithami kampanya boyunca devam etmisse de beklenen neticeye ulasilamamistir!.. Ne bekliyorlardi?.. Ismet Inönü'nün dâmâdi Metin Toker'e göre: "CHP, iktidari muhafaza edecegini saniyordu" Parti'nin mühim adami Faik Ahmed Barutçu ise söyle diyordu: "Ankara'ya gelirken yol üstü illerdeki Valiler ile, parti yetkilileriyle, milletvekili adaylarimizla ve parti müfettislerimizle konustum. Hepsi sonuçtan güven duyuyordu, yüzde altmis oraninin altina inenini görmedim. Yalniz Yozgat Valisi Ihsan Sabri Çaglayangil: "Köylü herkese, her kendine basina vurana va'dediyor, bakalim hangi yana söyledikleri gerçektir ve hangi yani aldatacaktir. Köylü'nün zekâsi isliyor" diyordu. Eski Basbakanlardan Sükrü Saraçoglu'na göre, CHP, üçte iki çogunlukla iktidarda kalacaktir! Halkçilarin meshur Cevad Dursunoglu'su "en az üç yüz beklemekte idi!.. Zamanin Basbakani Semseddin Günaltay'la, CHP Genel Baskanvekili Hilmi Uran ise iktidar oylarini aynen muhafaza edeceklerini ve seçimden büyük çogunlukla çikmayi" umuyorlardi. Bâzi CHP'liler meselâ Avni Dogan "tulum" çikaracaklarini söylerler!.. Cumhuriyet gazetesi basyazari Nadir Nadi: "CHP yirmi yedi yildir oturdugu iktidar yerinde rahat rahat kalabilecegine inaniyordu" der. Fahir Giritlioglu ise sunlari yazar. "CHP'liler seçim sonuçlari hakkinda hep hatali tahminde bulundular. Onlar, seçimi büyük ekseriyetle kazanacaklari kanaatinda idiler." Nisbi sistemle degilde, ekseriyyet usulü ile yapilan ve bu usulle yapilacak seçimden medet uman CHP'liler umduklarini bulamazlar, bütün yurtta çikarabildikleri milletvekili cem'an yekûn altmis dokuzdur! Demokrat Parti ise 408 milletvekili alir. Millet Partisi'nden de yalniz bir milletvekili, ünlü Osman Bölükbasi kazanir. Bu netice CHP'lileri saskina çevirir, "bir sok tesiri yapar!.. Faik Ahmed Barutçu hâtiratinda diyor ki: "Ilk düsen Kocaeli listesi oldu. Nihad Erim sarsilmis durumdaydi. Basbakan Semseddin Günaltay atip tutuyordu: "Baslangiçta umutsuz olmak dogru degil" dedigi halde, sonradan kendi kendine dolasmaya ve düsünmeye basladi: "Alti ay sonra biz onlara gösteririz, alti ay oturamazlar" Basbakan bagira bagira konusuyordu. Pasa, (Ismet Inönü): "Biz elli kisi olarak Meclis'e girsek, yine bize koalisyon önerirler (teklif ederler). Kabul etmeyecegiz. Abartmayayim ama, bir yil sonra duruma bütünüyle egemen (hâkim) olacagiz. Bize teslim olacaklardir" diyordu. Demokrat Parti Genel Baskani Celâl Bayar, seçimden böylesine bir zaferle çikacaklarini beklemiyordu. Seçim sonrasinda Nazli Ilicak'a: "Iktidari düsünüyorduk, ancak bu kadar büyük bir çogunluk beklemiyorduk. Zaferin böyle büyük olacagini hayal edememistim" demistir. 14 Mayis 1950 seçimlerinde aydinlatilmamis iki nokta vardir. Bunlardan biri: Ismet Inönü'nün seçim neticesini ögrendiginde Çankaya köskü penceresinden Ankara'ya dogru: "Nankör millet!" diye bagirdigi iddiasidir!.. Bu rivayet bir gazete haberi olarak duyulmus, ancak esasli bir tavzih ve tekzibe ugramamistir. Kaynak: Mustafa Müftüoglu, Milli gazete, 12.05.2002 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|