16.02.09, 13:08 | #1 |
Filistin-İsrail Sorununun Yakın Tarihi
Filistin-İsrail Sorununun Yakın Tarihi
Birinci İntifadadan Günümüze Ali K. Saysel Bölümler
Ortadoğu, zengin petrol kaynaklarına sahip olması nedeniyle stratejik öneme sahiptir. Birinci Dünya Savaşı’nı önceleyen yıllardan itibaren, petrolün vazgeçilmez bir enerji girdisine dönüşmesiyle birlikte önce İngiltere, ardından da yükselen yeni hegemonik güç Amerika Birleşik Devletleri, Ortadoğu petrolleri üzerinde mutlak egemenlik kurmaya çalıştılar. A.B.D.’nin petrol üzerindeki esas egemenliği Suudi Kralları ve Suudi Prensleri aracılığıyla tesis edildi. Nüfusun sayıca az, ulusal taleplerin zayıf olduğu bu toprakların işbirlikçi bir hanedan tarafından yönetilmesi görece kolaydı ve Arabistan Yarımadası’nın zengin doğal kaynakları son derece düşük bir maliyetle, A.B.D.’nin ihtiyaçları ve tercihleri doğrultusunda kullanılabilirdi. A.B.D. dışişleri bakanlığının 1945 tarihli bir açıklamasına göre “Suudi Arabistan muazzam bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihindeki en büyük maddi ödüllerden biridir”. İkinci Dünya Savaşı’ndan Avrupa karşısında tüm cephelerde mutlak bir zaferle çıkan A.B.D.’nin o yıllarda ilan ettiği ve bugün de temel özellikleri itibariyle geçerliliğini koruyan Ortadoğu politikası, Batı Avrupalı güçlerin ve yerel milliyetçiliklerin bölge kaynakları üzerindeki olası egemenlik arayışlarının kayıtsız şartsız reddedilmesine dayalıdır. Soğuk savaş döneminde S.S.C.B.’nin varlığı temel bir tehdit olarak öne sürülmüşse de, olgular ve A.B.D. resmi güvenlik ve strateji belgeleri bunun özellikle, soğuk savaş ideolojisini ve jeopolitik kutuplaşmayı kışkırtacak bir bahane olarak kullanıldığını gösterir. A.B.D.’nin savaş sonrası yeni Ortadoğu politikasının ilk uygulamalı örneği 1947’de Yunan karşı ayaklanmasının desteklenerek ülkedeki bağımsızlıkçı direnişin bastırılmasıdır. Başkan Truman 12 Mart 1947 tarihli Kongre konuşmasında (bu belge sonradan Truman doktrini olarak adlandırılacaktır) “Yunanistan’ın isyancıların eline geçmiş olması durumunda kargaşa ve düzensizliğin bütün Ortadoğu’yu kolaylıkla sarabileceğini görmek için haritaya şöyle bir bakmanın yeterli olacağını” söyler. 1948 tarihli bir CIA araştırmasında, isyanın zafere ulaşması durumunda A.B.D.’nin Ortadoğu’daki petrol kaynaklarını kaybetme olasılığı ile karşı karşıya kalabileceği belirtilmektedir. İkinci uygulama, 1953’te, İran’da Musaddık rejimine karşı düzenlenen darbedir. Şahı yeniden iktidara getiren bu CIA destekli darbenin bir sonucu da, İran petrolünün %40’ının İngilizlerden Amerikalıların eline geçmesi olmuştur. A.B.D.’nin 1956 Mısır-İsrail Savaşı’nda üstlendiği rol de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi, 1952’de Arap Milliyetçisi Abdül Cemal Nasır rejiminin işbaşına gelmesiyle birlikte bağlantısızlar hareketinin öncülüğünü üstlenen Mısır, 1956’da Süveyş kanalını millileştirmiş, buna karşılık İsrail destekli Fransız ve İngiliz orduları Mısır’ı işgal etmişlerdi. A.B.D.’nin Fransa, İngiltere ve İsrail’in bölgedeki bu etkinliğine müdahalesi oldukça sert olmuş, işgal güçleri A.B.D. aracılığıyla Mısır’dan çıkarılmıştı. 1950’lerin başında Washington Nasır ile daha da yakınlaşacağı izlenimi veriyordu ve İsrail bundan rahatsızdı. Fakat Nasır rejiminin giderek A.B.D. etki alanı dışında, S.S.C.B. ile de yakınlaşabileceği izlenimi veren radikal seküler milliyetçi bir çizgiye yönelmesiyle birlikte A.B.D., İsrail’in radikal milliyetçi tehditlere karşı bir engel teşkil edecek stratejik bir ortak olduğu tezini kabul etmeye başladı. 1958 tarihli A.B.D. Ulusal Güvenlik Konseyi bildirisine göre, Arap milliyetçiliğine karşı olmanın “mantıki sonucu” “Yakın Doğu’da güçlü bir İsrail’i yegane Batı yanlısı ülke olarak desteklemektir”. 1967 Arap İsrail savaşı, 1960’lar boyunca söylem düzeyinde giderek sertleşen seküler, bağımsızlıkçı yerel Arap milliyetçiliği ve bunun karşısında A.B.D.’nin tarihsel desteğini arkasına almış bulunan sömürgeci Siyonist İsrail milliyetçilinin karşılıklı gerginleştirdikleri bir ideolojik ortam içerisinde patladı. İsrail 5 Haziran 1967’de Mısır’a saldırarak birkaç gün içerisinde Sina, Süveyş Kanalı, Kudüs, Ürdün’ün bir kesimi, Batı Şeria, Gazze (tarihsel Filistin’in tamamı) ve Güney Suriye’yi (Golan Tepeleri) işgal etti. İsrail’in 1967 zaferi ve Arapların ağır yenilgisi Amerikan-İsrail ilişkileri ve Arap milliyetçiliği açısından çok önemli ve kalıcı sonuçlar üretti. Bu sonuçları Filistin-İsrail sorunu açısından özetleyecek olursak: birincisi, İsrail, A.B.D.’nin Ortadoğu’daki egemenliğini bölgedeki yerel milliyetçiliklere karşı etkin bir şekilde koruyabilecek stratejik bir ortak olarak kendi varlığını tescil ettirdi. A.B.D. içerisinde İsrail’in “büyük İsrail” idealini tanıyan, Filistin Devleti’nin varlığını, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını yok sayan “reddiyeci” eğilim güçlendi, 1970’lerden itibaren A.B.D. dış siyasetine bu eğilim damgasını vurdu; ikincisi, kuşatıcı, seküler Arap milliyetçiliğinin (kavmiyenin) çöküşüyle birlikte Filistin sorunu ve 1964’te Arap Birliği içerisinde Suriye ordusuna bağlı bir güç olarak kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün etkinliği Arap devletlerinden ve Arap davasından bağımsız bir nitelik kazandı. Dolayısıyla, 1967’den sonra Filistin-İsrail sorunu devletlerarası bir ihtilaf olmaktan çıkarak bir sömürge savaşına dönüştü. Anti sömürgeci direnişin öncüsü tabanı İşgal Edilmiş Topraklar’a dayanan FKÖ’ydü. 2. Uluslararası Konsensüs ve Reddiyecilik 1967 Savaşı’nın ardından 22 Kasım 1967’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 242 nolu kararı onayladı. Bu karara göre “İsrail kuvvetleri son ihtilafta işgal ettikleri topraklardan çekilmeli … savaş haline son verilmeli ve bölgedeki her devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne, siyasi bağımsızlığına ve her türlü tehdit ve cebirden uzak, güvenli, tanınmış sınırlar içinde barış içinde yaşama hakkına saygı gösterilmeli …” ve “mülteci sorununa adil bir çözüm bulunmalıdır”. Bu karar İsrail tarafından reddedildi, FKÖ ise 1993’e kadar, (Filistin Ulusal Konseyi 1988’e kadar) Filistin devleti ve Filistin halkından söz edilmediği gerekçesiyle bu karara karşı çıktılar. A.B.D. ise bu kararı BM GK’de onaylamış olmasına karşın İsrail’e çekilmesi yönünde hiçbir baskıda bulunmadı. 1970’lerde Filistin sorununun çözümüyle ilgili uluslararası konsensüs BM 242’nin çerçevesini aştı, belki ufak tefek sınır değişiklikleriyle, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız bir Filistin Devleti kurulması anlayışını içermeye başladı. Bu, bundan böyle “iki devletli çözüm” (uzlaşımcılık) olarak bilinen şeydir. Yani, tarihsel Filistin’in yaklaşık %22’sini oluşturan bu topraklarda bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulması öngörülmektedir. Fakat ABD-İsrail reddiyeciliği kalıcı barış açsından önünde pek az engel bulunan bu öneriyi ısrarla reddetmişlerdir. İsrail’in Amerika destekli politikası, Filistinlilerin bir halk ve siyasi yapı olarak her türlü haklarını reddetmek, işgal edilmiş topraklarda sert yerleşim ve sömürgecilik politikaları uygulamak ve kalıcı ve adil bir barış yönündeki her türlü adımı baltalamak olmuştur. Enver Sedat’ın 1971’de İsrail’e önerdiği tam kalıcı barış, Amerikan Ortadoğu politikasını ele geçirmiş bulunan Kissenger tarafından reddedildi ve bu gelişme 1973 Mısır İsrail (Sina) savaşıyla sonuçlandı - dünya nükleer savaşın eşiğine geldi. 1976’da FKÖ tarafından hazırlanan ve Suriye, Mısır ve Ürdün tarafından BM’ye getirilen bir önerge, 242 nolu kararın aynen uygulanmasını ve işgal edilmiş topraklarda bir Filistin devleti kurulmasını öneriyordu. A.B.D. bu kararı Güvenlik Konseyi’nde veto etti. 1981’de aynı öneri, bu sefer Suudi Arabistan tarafından tekrar BM gündemine getirildiğinde İsrail başbakanı Şimon Perez, İsrail varlığını tehdit ettiği gerekçesiyle bir kınama yayınladı. Ardından, İsrail hava kuvvetleri mühimmat yüklü jetlerle Suudi Arabistan petrol sahaları üzerinde uyarı uçuşu yaptılar - ki bu çok açık olarak A.B.D.’ye bu öneriyi pek ciddiye almaması gerektiği yönünde yapılan bir uyarıydı. 1981 Suudi planının tartışıldığı ve Lübnan’ın güneyinde ve Beyrut’ta konumlanmış bulunan FKÖ’nün uluslar arası itibarının yükselmekte olduğu bir dönemde İsrail her türlü barış girişimini baltalamak üzere Lübnan işgali hazırlıklarına başladı. Lübnan’daki FKÖ’yü tahrik etmeye yönelik bir dizi sınır saldırısının ardından 1982’de bu ülkeyi işgal etti ve 20 000 kişiyi katletti (sıkça bahsedilen Sabra ve Şatila Filistin mülteci kampı katliamları da bu işgal sırasında, dönemin Savunma Bakanı Ariel Şaron nezaretindeki Falanjist gruplar tarafından gerçekleştirildi). Bu işgal, her ne pahasına olursa olsun FKÖ’yü ezmeyi hedefleyen İsrail’in reddiyeci politikalarına sahip çıkan A.B.D.’nin açık bir desteğiyle gerçekleştirilmişti; A.B.D. nin, aynı yıl içerisinde, işgalin derhal sonlandırılmasını emreden iki BM önergesini üst üste veto etmesi işgalin devamına olanak sağladı ve katliamların boyutlarının artmasına neden oldu. Bu önergelerden birincisi İsrail ve FKÖ’yü Beyrut’tan birlikte çekilmeye davet ediyor, ikincisi ise İsrail’in sınır aşırı ihtilafı sonlandırmasını talep ediyordu. İsrail, A.B.D.’den gördüğü bu mutlak askeri, ekonomik ve diplomatik desteğin karşılığında sadece Ortadoğu’da Arap Milliyetçiliği’ne ve Filistin bağımsızlık hareketine karşı hizmet vermiyordu. A.B.D.’ye dünya çapında yürüttüğü, fakat Amerikan kamuoyunun olası baskısı nedeniyle doğrudan üstlenemediği çok çeşitli sınır ötesi kriminal faaliyetlerde yardımcı oldu. Örneğin 1983’te Savunma Bakanı Şaron Zaire silahlı kuvvetlerini yeniden yapılandırmak üzere kanlı diktatör, A.B.D. dostu Mobutu ile bir anlaşma yaptı. Yine aynı yıl İsrail, Honduras’taki A.B.D. yanlısı hükümete silah sattı ve hava kuvvetlerinin eğitimini üstlendi, çünkü “Reagan Kongre’nin kendisini daha fazlasını yapmaktan alıkoyduğunu söyleyerek sadece basmakalıp laflar” ediyordu. Somoza yönetimi altındaki Nikaragua, Guatemala, El Salvador, Honduras ve Luis Alberto Monge yönetimindeki Kostarika’da da İsrail’in Orta Amerika’daki hizmetleri hatırı sayılır boyutlara varmıştı. Ayrıca, Ortadoğu, Afrika ve Orta Amerika’yı aşıp Asya’ya değinmekte de fayda var: İsrail, Timor katliamı sırasında cephanesi tükenen Endonezya’ya Amerikan savaş uçakları ulaştırdı. Ayrıca Tayvan’la sıkı bir dost olmaya başlamıştı ki, bu gelişmeler (İsrail, Güney Afrika, Tayvan Beşinci Dünya ittifakı) giderek A.B.D.’yi endişelendirmeye başladı. İsrail’in bu hizmetler karşılığında aldığı ekonomik mükafata gelince, şu genel verileri hatırlatmakta fayda var: 1978-1982 yılları arasında İsrail, A.B.D.’nin bütün dünyaya yaptığı askeri dış yardımın %48’ini, ekonomik yardımın ise %35’ini almıştır. İsrail 1976’dan beri dünyada ABD’den en büyük dış yardım alan ülkedir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan beri toplamda birincidir. Özel mali ve askeri yardımlar, ABD’de İsrail için yürütülmekte olan askeri araştırma geliştirme dikkate alındığında bu rakamlar daha da çarpıcı boyutlarda artacaktır. “Diğer pek çok yardım ilişkisinin aksine, A.B.D.’nin İsrail’de desteklediği projeler ayrıntılı bir biçimde belirlenememektedir” ve hiçbir zaman Dışişleri bakanlığı veya Yardım Programı’ndan bir yetkili “A.B.D. fonlarının İsrail tarafından nasıl kullanıldığını izlemek üzere tayin edilmemiştir.” Bu nedenledir ki İsrail’in kalkınması gelişmekte olan ülkeler için hiçbir model teşkil etmez. 3. Birinci İntifada Lübnan işgalinin ardından FKÖ buradaki üstlerini terk ederek Tunus’a yerleşti ve İşgal Edilmiş Topraklar üzerinde bürokratik bir denetim geliştirmeye başladı. Lübnan’da İsrail işgali sürmekte, İşgal Edilmiş Topraklar’da (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) sert sömürgeci uygulamalar devam etmekteydi. O yılarda uluslararası konsensüs iki devletli çözüm yönündeydi fakat bu perspektifin önü A.B.D. tarafından tıkanmakta, FKÖ’nün ve Cezayir’deki Filistin Ulusal Konseyi’nin İsrail’i tanımamak yönündeki tavrı, A.B.D. ve İsrail tarafından kalıcı barışın önünde bir engel olarak öne sürülmekteydi. Ortadoğu sorununda tüm gelişmelerin A.B.D., İsrail ve FKÖ’ye endeksli tartışıldığı bir ortamda, 1987 Aralık ayında İşgal Edilmiş Topraklar’da yerel örgütlenmeye dayalı sivil bir hareket biçiminde patlayan İntifada hareketi (sarsma, sallama) tüm dünyanın ilgisini Filistin halkı üzerinde topladı. İntifada ile başlayan süreç Filistin-İsrail sorunu açısından diplomatik platformlarda yeni bir dönemin açılmasına vesile oldu. Dayandığı kitle tabanı, öz örgütlenme ve sivil itaatsizlik eylemleri dikkate alındığında özgül bir direniş biçimi olan İntifada, birkaç yıl devam etti ve 1990’ların başında ilk günlerindeki yoğunluğunu ve disiplinini yitirdi. İntifada’nın yerel önderlerinden Dr. Mustafa Barguti hareketin yapısı ve FKÖ ile ilişkisine dair şunları ifade ediyor: “Aralık 1987’de, bir İsrail askeri kamyonunun Cebeliye kampı yakınlarda bir arabaya ateş açarak içindeki iki Filistinli işçiyi öldürmesiyle patlak verdi. Çok hızlı bir şekilde Gazze’den Batı Şeria’ya sıçradı. Kitlesel bir halk ayaklanmasıydı, her yerde insanlar sokaklara akın etti, silahsızlardı, taş atan az sayıda gösterici vardı, hepsi bu. İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) tepkisi çok sert oldu: ilk iki yıl içinde 120 000 kişi tutuklandı. Savunma Bakanı İsak Rabin ‘kemiklerin kırılması’ için talimat verdi. Bunu gerçekten böyle emretti. Her gün Ramallah hastanesine elleri parçalanmış insanlar gelirdi – İsrail askerleri onları ellerini duvara dayayarak yan yana dizer sonra da bilek ve parmaklarını taşlarla ezerlerdi. Doktorlarımızın çoğu tutuklanmıştı. Hapiste sağlık atölyeleri düzenlediler ve Tıbbi Yardım komiteleri kurdular; hapishaneler halk üniversitelerine dönüşüyordu. Direniş 1989 Noel’inde Kudüs’te düzenlenen büyük bir gösteriyle doruğa ulaştı. Dünyanın her yerinden aktivist vardı, İsrailli barış aktivistleri de. O zamanlar şimdiki gibi değillerdi. Binlerce insan şehrin etrafında zincir oluşturdu. Bu olay, Amerikan baskısıyla birlikte, İsak Şamir’i Washington ve Madrid’deki müzakerelere katılmak zorunda bıraktı. 1988-89’da bu sorunu iki devletli çözüm temelinde çözmek için çok büyük bir fırsat yakalanmış olduğuna kesinlikle eminim. Lenin’in sözleriyle ‘İsrail ordusunun artık işgali sürdüremeyeceği, Filistinlilerin ise artık bu işgali mazur göremeyeceği noktaya’ gelmiştik. İsrail açısından maliyetler kazancı aşıyordu. İlk defa, herkesin gözleri önünde, sivil halk karşısında tank kullanan baskıcı bir devlet durumuna düşmüşlerdi. Hareket uluslararası planda çok büyük destek gördü ve içerde, İşgal Edilmiş Topraklar’da halkın desteğini arkasına aldı. Bu dinamik İsrailliler ve bizi temsil ettikleri varsayılan Filistinli politikacılar tarafından kırıldı. Fırsat Oslo anlaşmalarıyla baltalandı. FKÖ yerli milliyetçi hareketin otonom ve güçlü bir şekilde büyümesi karşısında alarma geçti. 1970’lerde Lübnan’da bir çeşit devlete dönüşmüştü. Onu bürokratik bir yapıya dönüştüren bazı hastalıklara tutulmuştu, kişisel çıkarlar ve yozlaşma tarafından zehirlenmişti; petrol üreten ülkelerden aldığı mali yardımların bunda çok büyük bir rolü vardı … 1970’lerde İsrailliler FKÖ, diaspora ve İşgal Edilmiş Topraklar’da yaşayan halkı birbirinden koparmak için çeşitli numaralara başvurmuşlardı. Birlikte iş yapabilecek birkaç yeni işbirlikçi devşirebiliriz umuduyla belediye seçimleri düzenlemişlerdi. Bu kumar tutmamıştı çünkü seçilenlerin yüzde doksanı FKÖ yandaşıydı … İsrail’i FKÖ’yü muhatap almaya zorlayan şey halkın mücadelesiydi. 1982’de Beyrut’tan Tunus’a geçtikten sonra FKÖ, Batı Şeria ve Gazze’deki hakimiyetini bürokratik araçlarla artırmaya çalıştı. Para gönderdi, paralel yapılar kurarak sendika liderlerini yanına çekti. İçerdeki demokratik hareketle dışarıdaki liderlik arasında ciddi gerilimler belirdi. İsrailliler bu farklılıkları önce Madrid görüşmelerinde ardından da Oslo’da başarıyla kullandılar.” 4. Madrid Görüşmeleri ve Oslo Süreci İntifada, Filistin sorunun uluslararası konsensüs(BM 242’yi aşan “iki devletli çözüm”) temelinde çözümlenmesinin önünü açtı. Cezayir’deki Filistin Ulusal Konseyi’nin 15 Nisan 1988’de yayınladığı, “iki devletli çözümü” yani İsrail devletinin varlığını tanıyan bildiri bu açıdan tarihsel öneme sahiptir ve İşgal Edilmiş Topraklar’daki İntifada’yı diplomatik cephede desteklemektedir. Konsey bu kararla, Filistinlilerin, tarihsel Filistin’in 1947-48 savaşında işgal edilmiş olan %78’’i üzerindeki hak taleplerinden bir daha geri dönülmeyecek şekilde vazgeçti ve gerçekçi uluslar arası çözüm yolunda bir adım attı. Fakat kalıcı barış için atılacak adımların önünde yine A.B.D.-İsrail reddiyeciliği yatmaktaydı, A.B.D. açısından küçük bir nüans farkıyla: Aralık 1989’da yayınlanan Bush-Baker planı “İsrail ve Ürdün arasında ilave bir Filistin devletinin” kurulmasına karşı çıkmakla beraber – yani, halihazırda bir Ürdün varken Filistin devleti gereksizdir – İşgal Edilmiş Topraklar’da serbest seçim yapılmasını öngörüyordu. Bu esnada Filistin entelijansiyasının pek çoğunun hapiste olmasının ve serbest seçimlerin doğasına aykırı işgal koşullarının pek önemi yoktu – bu medya tarafından konu bile edinilmemişti, amaç bazı Filistin seçkinlerini kafalamak suretiyle, statükoyu giderek tehdit etmeye başlayan İntifada ortamının bastırılmasıydı. İsrail açısından ise İET’da kukla bir otonominin bile kabullenilmesi çok zordu, süreci baltalamak üzere aşırı şiddet kullanımına dayalı provokasyon amaçlı eylemler düzenlendi – Ekim 1990’da Harem El Şerif’te dua eden 21 Müslüman’ın katledilmesi gibi. Fakat İsrail’in eninde sonunda efendisinin dayattığı çizgiye yakınlaşacağı varsayılabilir – ki öyle oldu. 1991 Körfez savaşı A.B.D.’ye kendi “barış süreci” versiyonunu dayatma imkanını verdi; 1970’lerin başından beri uluslar arası izolasyon altında ortaya konan reddiyeci politikalar bundan böyle uluslar arası bir perspektif haline dönüştü. Bu A.B.D.’nin Birinci Körfez Savaşı’nın ardından kazandığı ideolojik bir zaferdi, bundan birkaç sene öncesine kadar BM 242 nolu kararın uygulanması için çağrı yapan devletler bile bu çerçeveyi kabul ettiler. A.B.D.’nin 1990’larda egemen olan “barış süreci” versiyonu Filistin halkının İşgal Edilmiş Topraklar’da, Afrika’daki Bantustan (istenmeyen siyah nüfusun “siyah devletlere” hapsedilmesi) uygulamalarından çok daha geri koşullar altında, birbirinden kopartılmış gettolara hapsedilmesi, bu gettolara sözde otonomi tanınması ve bunun bir “Filistin Devleti” olarak adlandırılması esasına dayalıdır. Uluslar arası topluma dayatılan bu çizginin işlerlik kazanabilmesi için İsrail ve Filistinli muhataplarının yaratılması ve bunların birbirini tanıma koşullarının oluşturulması gerekliydi. Bu yönde atılan ilk adım 1991 Madrid Konferansı’dır. Madrid’de İsrail başbakanı Şamir A.B.D.’nin 10 milyar dolarlık mali yardımı askıya alabileceği tehdidiyle masaya oturtuldu. Filistin tarafını ise İET’daki en saygın liderlerden Hayda Abdül-Şafi ve Hanan Aşravi sürekli ilişki içinde bulundukları 600 kadar Filistinli uzman ile birlikte temsil ettiler. FKÖ’nün masada yer alması İsrail tarafından tercih edilmemişse de Filistin heyeti Tunus’taki FKÖ önderliğiyle sürekli temas halindeydi ve FKÖ’nün halkın gerçek temsilcisi olduğunu ısrarla vurguladı. Konferans’a A.B.D.’nin yanı sıra S.S.C.B.’nin de “incir yaprağı” işlevi gören bir katılımı vardı - bu katılım konferansa uluslar arası çok-taraflı olduğu görüntüsü veriyordu. Bu konferans gerçekten müzakerelere yol açtı. Filistin heyetinin temel perspektifi “Filistinlilerin birliğinin” sağlanması ve “barış için topraktı”. Heyet, İsrailliler yeni yerleşim faaliyetlerini durdurmadıkları müddetçe hiçbir belgeyi imzalamamakta kararlıydı; müzakereler çıkmaza girdi çünkü İsrail yeni yerleşimleri durdurmadı ve A.B.D. sömürgeci uygulamalarda İsrail’e arka çıkmaya devam etti. Aynı anda, İET’daki otonom gelişmelerden rahatsız olan ve Abdül-Şafi ve ekibinin Madrid’deki varlığını kendisine karşı bir tehdit olarak algılayan Tunus’taki FKÖ önderliği, A.B.D.’nin kendi “barış süreci” versiyonuna talip oldu. FKÖ’nün bu tavrında, Körfez Savaşı esnasında Irak’ta Saddam Hüseyin rejimine verdiği destek sonrasında A.B.D. ile ayrı kamplara düşerek uluslararası platformda yalnızlaşmış olması ve aynı nedenle, Arap ülkelerinden aktarılan düzenli mali kaynakların kesilmesi sonucunda içine girdiği mali kriz de etkili oldu. Arafat ve FKÖ en zayıf dönemlerinde oldukları için bu görüşmeler için iyi bir ortaktılar. Aynı dönemde İsrail’de Likud lideri Şamir’in seçimlerden yenilgiyle çıkması, yerine İşçi Partisi lideri Rabin’in iktidara gelmesi de süreci kolaylaştırdı. 1993 Ocak ayında, Oslo’da, Norveçli aracıların nezaretinde, FKÖ temsilcileri ve İsrailli akademisyenler arasında İET’daki temsilcileri tümüyle dışlayan gizli görüşmeler başlatıldı. “Bu görüşmelere katılan FKÖ temsilcileri karşı taraftan hiçbir yazılı taahhüt almadılar ve ellerinde işgalin kaldırılmasına dönük ayrıntıları tartışabilecekleri bir harita bile yoktu. Madrid heyeti Ağustos ayında nelerin olup bittiğini tartışmak üzere Tunus’a gittiklerinde önlerine FKÖ’nün şimdiden imzalamış olduğu belgeler kondu. Oslo heyeti Madrid heyetinin reddettiği her şeyi kabullenmiş ve yerleşim yerleri hakkında hiçbir koşul getirmemişti”. “Bunun tam bir satış olduğu açıktır”. Eylül 1993’te Arafat ve Rabin karşılıklı tanıma mektuplarını değiş tokuş ettiler, ardından İlkeler Beyannamesi imzalandı. Arafat Rabin’e yazdığı mektupta “FKÖ’nün İsrail Devleti’nin barış içinde güvenli yaşama hakkını kabul ettiğini, BM 242 ve 338 nolu kararları tanıdığını, nihai statü görüşmelerine dair her türlü ihtilafın müzakereler yoluyla çözülebileceğini…her türlü terörizm ve şiddeti kınadığını, FKÖ unsurlarının ve personelinin bu ilkelere itaati hakkında tüm sorumluluğu üzerine aldığını” beyan ederken Rabin bu mektuba cevaben yalnızca “İsrail Hükümeti’nin FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımaya karar verdiklerini ve Ortadoğu Barış Süreci içindeki görüşmeleri FKÖ ile yürütme kararı aldıklarını” ifade etti. Aynı ay içinde Rabin ve Arafat, Beyaz Saray bahçesinde, Clinton eşliğinde el sıkışarak Oslo Anlaşması’nı tantanayla dünyaya duyurdular. Oslo Anlaşması’nın dayanağı olan “İlkeler Beyannamesi” , İsrail-Filistin müzakere sürecinin nihai sonucun BM 242 nolu karara dayandığını söylüyor fakat 1970’lerin ortalarından itibaren diplomasinin esası haline gelen asıl meseleyi, Filistin ulusal haklarını ve iki devletli çözümü dışarıda bırakıyordu. Yeni yerleşimin dondurulacağına dair hiçbir ifade yoktu, bir çekilme planı içermiyordu ve Kudüs, mülteciler, doğal kaynakların paylaşımı ve sınırlar gibi tayin edici meselelerin tamamı üç sene sonra başlayacağı vaat edilen “nihai statü görüşmelerine” bırakılmıştı. Çok kısa bir süre içinde Filistin halkı için bir kabusa dönüşecek olan bu sürecin mimarları Arafat, Rabin ve Şimon Perez, ironik bir şekilde, 1994 Nobel Barış ödülüne layık görüldüler. Edward Said bir ay sonra, Ekim 1993’te The Nation’da yayınlanan bir makalesinde Arafat’ı şiddetle eleştirdi ve Oslo Anlaşması’nı “Filistin Versaille’ı” olarak adlandırdı. “Sanmıyorum ki, Beyaz Saray’daki töreni izleyip de aynı anda, ‘yüzyıldır gösterdiğimiz fedakarlık, çektiğimiz cefa ve kahramanca mücadelemiz bir hiç uğruna mıydı’ diye içinden geçirmemiş tek bir Filistinli olsun. En acı verici olanı, Rabin Filistinliler adına konuşurken Arafat’ın sanki hesaplı bir kira kontratını imzalıyor gibi konuşmasıydı. Şimdiye kadar Siyonizm’in kurbanı olarak görünen Filistinliler dünyanın gözü önünde tövbe eden birer münkir konumuna düşürüldüler: Lübnan’da mülteci kamplarında, hastanelerde, okullarda İsrail bombardımanıyla can veren binlerce insan; 1948’de yurdundan edilen, toprak ve mülklerine İsrail tarafından el konan 800 000 insan (bunların soyları şimdi üç milyon civarındadır ve pek çoğu hala devletsizdir); yok edilen dört yüzün üzerinde Filistin köyü; Lübnan işgali; 26 yıldır süre giden askeri işgalin yarattığı hasar – sanki bu acıların hepsi artık reddedilmesi veya hiç ağza alınmaması gereken bir terörizm ve şiddet statüsüne indirgendi. İsrail Filistin direnişini her zaman terörizm ve şiddet olarak adlandırdı, o halde sadece bu sözcüğü kullanmanın tercih edilmiş olması bile İsrail’e verilen moral ve tarihsel bir ödüldür.” Mustafa Barguti, Oslo sürecinin Filistin’deki etkilerine dair şunları ifade ediyor: “FKÖ’nün nasıl teslim olduğunu görmek şok ediciydi … Halk Arafat’a temsil ettiği tüm değerler adına hala saygı duyuyordu fakat ilerde Filistin Yönetimi’ne (FY) dönüşecek olan liderliğe karşı muazzam bir kırgınlık vardı … Filistin toplumu üzerindeki etkileri felaket boyutunda oldu. Tunus’tan dönenler iş ve para için birbirleriyle rekabet etmeye, kim müdür, kim müdür yardımcısı olacak, kim başkan yardımcısı olacak, kim ne kadar kazanacak bunları düşünmeye başladılar … İsrail bizden doğrudan alamadığını FY aracılığıyla almaya başladı. Ulusal hareket sonuçta büyük bir kafa karışıklığı yaşadı … 1993’ten itibaren iki cephede savaşıyorduk. Birincisi, “barış” kisvesi altında yeni ileri karakollar ve kontrol noktaları ile şiddetlenen işgale karşı. 1993 ve İkinci İntifada (2000) arasında 102 yeni yerleşim yeri inşa ettiler, mevcut olanların boyutlarını iki misline çıkardılar. İsrail kontrol noktası uygulamalarına Oslo döneminde başladı – Madrid’den önce Gazze veya Kudüs’e isteyen istediği şekilde girip çıkabilirdi. Şimdi 703 kontrol noktası var… Diğer taraftan FY’e karşı iç mücadele veriyorduk. Sadece İsrail ile müzakere yürütmekten aciz oldukları için değil, fakat kendilerini dev bir güvenlik aygıtına dönüştürüyorlardı – 140 000 FY çalışanının 50 000’i polisti ve bütçenin yüzde 36’sını götürüyordu (sağlık için yüzde 8, eğitim için yüzde 2 harcanıyordu… FY’nin kurulması Oslo’dan önceki pek çok bağımsız kampanya ve şebekenin sonu oldu. Yönetim tıpkı kendisine arka çıkan otoriter Arap hükümetleri gibi davrandı. Yaşamın her alanını kontrol etmeye çalıştı, işçi sendikası liderliği için seçimleri yasakladı, 1998-99’da öğretmenlerin grevini ezdi ve militanları hapse tıktı. Parayı kontrol edebilmek için pek çok STK’yı kanatları altına aldılar. Bütün siyasi partiler Yönetim tarafından kafalandı, muhalefet dahil … Şu anda FY’den para almayan sadece iki parti var, biri Hamas diğeri de biz (Filistin Ulusal İnisiyatifi) … Aynı anda hem özgürlük hareketi hem de işgal altında Yönetim olamazsınız, bu çözümlenemez ikilemler yaratır…” 5. Siyonist Sömürgecilik İsrail yetkililerinin farklı zamanlarda, farklı yerlerde defalarca ifade ettikleri gibi Oslo “Siyonizm’in ikinci büyük zaferidir.” İsrail’de, 1998’de Oslo süreci hakkında İbrani dilinde yazdığı bir kitapta “güvercin” Ehud Barak’ın “güvercin” müzakerecisi Shlomo ben Ami, Batılı yorumcuların yazdıklarını aktaramayacakları düşüncesiyle şu değerlendirmede bulunur: “Oslo sürecinin amacı Filistinliler için İET’da kalıcı bir yeni-sömürgeci bağımlılık yaratmaktır”. Yani Oslo sürecinin amacı Güney Afrika Apartheid rejiminin 1960’larda siyahlar için kurduğu Bantustanlara benzer gettolar oluşturmaktır. 1993 sonrası “ara anlaşmaların” uygulanma biçimi ve şiddetlenerek artan yerleşim uygulamaları bu yargının doğru olduğunu kanıtlar. İsrail, İlkeler Beyannamesi’ni uygulamadı. Gazze’den – o zaman – çekilmedi, adım adım çekildiği toprakların etrafında, bu yerleşim bölgelerini çevreleyen fakat kesmeyen by-pass yolları inşa etmeye başladı. İlkeler Beyannamesi’nin nihai statü görüşmelerinin başlaması içi öngördüğü tarih (1996) yaklaşırken Rabin “hiçbir tarihin kutsal olmadığını” ifade etti, Arafat’ın üzerinde otoriter anti-terör politikaları uygulaması için yapılan baskılar arttı. 1995’te Batı Şeria için yapılan El Taba anlaşması bölgeyi üçe ayırdı: Jeriko ile birlikte yedi Batı Şeria kentini FY sivil ve askeri denetimine bırakan A bölgesi; yaklaşık 420 köyün sadece sivil yönetiminden sorumlu B bölgesi; ve tamamen İsrail denetiminde kalan C bölgesi. A, B, C alanları Batı Şeria’nın sırasıyla yüzde 2, 26 ve 72’sini kapsar –ki BŞ, 1948’de işgal edilen tarihsel Filistin’in %22’sini teşkil eder (). Siyonist sömürgeciliğin Filistin topraklarındaki en güçlü araçlarından biri, kendilerine Tanrı tarafından bahşedilmiş “Büyük İsrail’e” (bu topraklar tüm tarihsel Filistin’i kapsar) yerleştirilmek üzere, tüm dünyaya yayılmış Yahudiler arasından ilahi bir görev için devşirilen Yahudi yerleşimcilerin varlığıdır. Yerleşimcilerin pek çoğu İsrail devleti tarafından ağır silahlarla donatılmıştır. İsrail, 1948 savaşından itibaren işgal ve sürgün politikalarını Yahudi yerleşimciler marifetiyle “fiili durum” yaratarak derinleştirmiştir. Likud’un “şahinlerinden” eski İsrail başbakanı Netanyahu 1996’da Hebron (El Halil) sorunu esnasında yaptığı bir konuşmada yerleşimcileri “günümüzün destek ve teşekkürü hak eden gerçek öncüleri” olarak nitelendirir. Yerleşimcilerin en büyük maddi ve manevi destekçisi olarak bilinen Ariel Şaron başbakan seçildiği 2001 senesinde “İsrail yerleşimlerinin Yahudi halkının beşiğini korumaya ve stratejik derinlik kazandırmaya devam edeceğini” ifade eder. Şaron hükümetinin içişleri bakanı Uzi Landau’nun Ekim 2001’de Hebron yerleşimcileri onuruna verilen bir yemekte, Araplar hakkında Eski Ahit’e dayanarak sarf ettiği “onlar hakkında iyi hiçbir şey söylenemez, hepsi birer çürük, yara ve kokuşmuş cerahattir” ifadesi, anti-seküler İsrail Devleti’nin Arap halkına karşı benimsediği popüler söylem hakkında fikir vermektedir. Şubat 1994’te Hebron’da bir Yahudi yerleşimcinin El İbrahim camiinde namaz kılan 19 Müslüman’ı katletmesinin ardından alınan önlemler Müslümanları cezalandırır niteliktedir. Bu olayın ardından camiyi ziyaret eden Müslümanların üzerindeki askeri baskılar artırılmıştır. Oslo anlaşmaları kapsamında FY’ye devredilmesi gereken, büyük çoğunluğu Müslüman 120 000 nüfusun yaşadığı Hebron’un kaderi 1996’da 450 silahlı yerleşimcinin varlığı bahane gösterilerek belirlenmiş, kentin El İbrahim camiini ve eski şehri de içine alan yüzde 20’lik kısmı tümüyle İsrail denetimine bırakılmıştır. 1948 BM kararına göre Kudüs uluslararası bir bölgedir. Fakat 1948 savaşının ardından İsrail Kudüs’ün batısını, eski şehir duvarına kadar olan kısmı işgal etmişti. BM kararında öngörülen Filistin devleti ise hiçbir zaman kurulmamış, Doğu Kudüs’le birlikte Batı Şeria Ürdün’ün bir parçası olmuştu. İsrail 1967 savaşında tüm eski şehri ve Harem El Şerif’i de içine alacak şekilde Kudüs’ün Doğu’sunu işgal etti ve ardından kentin sınırlarını doğuya doğru genişletti. 1980’de Menahem Begin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etti. 1967 işgalleri hukuksuz olduğu için Kudüs’ün başkent olarak statüsü uluslar arası planda bugün hala belirsizdir fakat A.B.D. 2000 Temmuz’unda yapılan Camp David görüşmeleri sırasında İsrail’e, kendi büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağı sözü vererek BM 242 nolu kararın artık hukuki bir geçerliliği kalmadığını ima etmiştir. İsrail bölgenin kısıtlı su kaynaklarına tek taraflı olarak el koymaktadır. Bölgenin Filistin-İsrail arasında ihtilaf konusu olan su kaynakları Ürdün (Şeria) nehri ve onun kolları (kuzeyde Galile denizine, güneyde ölü denize dökülür) ve Gazze ve Batı Şeria’daki yer altı sularıdır (). İsrail 1951’den beri Ürdün Havzası sularını tek taraflı olarak aşırı tüketecek bir dizi proje geliştirmiştir. Bunun birinci mekanizması Galile Denizi sularının ulusal su şirketi Mekorot tarafından ülkenin kuzeyinden güneyine doğru boydan boya nakledilmesidir. Bu kanal Havza sularının yüzde 66’sını tüketir. Ürdün Nehri Batı Şeria’ya ulaşmadan evvel yüzde 75 tüketilir ve ölü denizi besleyemez. 1967 işgalinin ardından Ürdün Nehri boyunca 140 pompa istimlak edilmiştir. Filistinlilerin yüzey suları üzerinde hiçbir hakları yoktur, tamamen yer altı sularına ve vadilerden kış mevsiminde akan az miktarda suya bağımlıdırlar. İşgal altındaki bir halkın doğal kaynaklarına el konulması 1910 Lahey yönetmeliklerine ve 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesine aykırıdır. Gazze yeraltı suları, 6000 yerleşimcinin (şimdi çekildiler) yılda 10 milyon metreküp su tüketimi nedeniyle tükenmek üzeredir, bu bölgede yaşayan yaklaşık bir milyon Filistinli ise sadece 40 milyon metreküp su kullanmaktadır. Batı Şeria’daki yeraltı sularının verimi yılda 679 milyon metreküptür ve İsrail bunun 548 milyon metreküplük kısmını yerleşim yerlerinde kullanmaktadır. Su kaynaklarının paylaşımından söz eden tek belge, Oslo II – El Taba anlaşması kotalarına göre Filistinliler ve İsrailli yerleşimciler arasında kişi başına su kullanım oranı Gazze’de bire otuz, Batı Şeria’da bire altıdır. Bugün, İsrail’deki bir İsrail vatandaşı 12 birim su tüketiyorsa, İET’daki bir Filistinli 1 birim su tüketmektedir. Haziran 2001 itibariyle tüm dünya üzerinde UNRWA (Yakın Doğu’daki Filistinli Mülteciler için Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Teşkilatı) tarafından kayıtlı Filistinli mülteci sayısı yaklaşık 3 870 000’dir (toplam Filistin halkının yüzde 44’ü). Buna ilave olarak, yaklaşık 2 milyon Filistinli daha İET’ın dışında yaşamaktadır ve bunların yaklaşık yüzde 54’ünün UNRWA tarafından kaydedilmemiş mülteci oldukları geri kalan kısmının ise diasporada yaşayan gönüllü göçmen oldukları tahmin edilmektedir. UNRWA kamplarının sayısı 59’dur ve bunların 27’si İET’da yer alır. Bu kamplar Oslo döneminde FY’nin idaresi altına girmiştir. Gazze’de mülteciler nüfusun yüzde 80’ini teşkil ederler ve bunların tamamı sekiz mülteci kampında yaşar. İET dışında en büyük Filistin nüfusu Ürdün’dedir (1.6 milyon mülteci Ürdün nüfusunun üçte birden fazlasını oluşturur). Bunların büyük kısmı temel vatandaşlık haklarına sahiplerdir. Suriye’de yaklaşık 400 000 mülteci yaşar ve bunlar her türlü vatandaşlık haklarından yoksunlardır. Lübnan’daki yaklaşık 400 000 mülteci ise diğerlerine göre çok daha düşmanca koşullar altında yaşamaktadırlar çünkü Lübnan devleti bu nüfusun kendi hassas sekter siyasi yapısını bozacağından endişe etmektedir. 1993-2000 Oslo döneminde İsrail devleti yeni yerleşim yerleri inşa etmeye devam etmiş (1994-2000 arasından yerleşim yerleri sayısı yüzde 52, yerleşimci nüfusu yüzde 100 artmıştır ), sınırlar, Kudüs, doğal kaynaklar ve mülteciler ile ilgili her türlü müzakereyi reddetmiş ve mülteci sorunuyla ilgili hiçbir ahlaki ve maddi sorumluluk üstlenmeyeceğini beyan etmiştir. İlkeler Beyannamesi’nin öngördüğü nihai statü görüşmeleri Rabin döneminde ertelenmişti. Rabin’in 1996’da Tel Aviv’de fanatik bir Yahudi öğrenci tarafından öldürülmesinin ardından iktidara gelen Likud (Netanyahu) hükümeti ise Oslo’yu tümüyle askıya aldı. Nihai statü görüşmeleri Filistin halkının Oslo ve FY’ye karşı tüm inancının tükendiği çok ileri bir tarihte, 11 Temmuz 2000’de Camp David’de gerçekleştirildi. Camp David görüşmeleri A.B.D. (Siyonist lobi) ve İsrail’in bir medya harekatıdır. Görüşmelere kadar yaşanan süreç tüm umutları tüketmiş olduğu halde Clinton ve Barak “cömert tekliflerde bulunan”, Arafat ise “kabul etmekten korkan” taraflar olarak dünyaya tanıtıldılar. Müzakerelerinin sonuçsuz kapanmasının ardından Clinton Barak’ı cesaret ve vizyonundan ötürü kutlarken A.B.D., İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e nakletme sözü verdi. Oysa Camp David’de Arafat’tan imzalaması istenen, Batı Şeria’yı Kuzey, Orta ve Güney’de birbirinden kopuk üç sözde egemen Filistin kantonuna bölen bir paylaşımı kabul etmesi (bkn. . s. 89) ve Kudüs, mülteciler, doğal kaynaklar ve 1967 öncesi sınırlarla ilgili her türlü hak iddiasından vazgeçmesiydi. Arafat Barak’ın bu “en iyi” teklifini imzalamadığı için “tekrar terörizmi tercih etmekle” suçlandı. Arafat Oslo sürecinde tüm anlaşmaları imzaladı fakat Filistin halkının nihai teslimiyeti anlamına gelecek olan son imzayı koymadı. Bu Oslo’nun sonudur. İsrail tarafı bu gelişmelere kısa bir süre sonra, 28 Eylül 2000’de Kudüs’te, Ariel Şaron’un, Cuma namazı esnasında beraberindeki askerlerle birlikte Harem El Şerif’e yaptığı provokasyon amaçlı bir ziyaretle yanıt verdi. Bu hareket aynı zamanda, Ariel Şaron’un, genel seçimlerin yaklaşmakta olduğu bir dönemde İsrail kamuoyunu etkilemeye yönelik bir gövde gösterisiydi. O gün olay yerinde, İsrail askerlerine ayakkabılarını fırlatarak karşılık veren halkın içinden dört kişi vurularak öldürüldü, 220 kişi yaralandı. Bu olayı takip eden üç gün içerisinde otuzun üzerinde Filistinli öldürüldü ve İkinci İntifada (El Aksa İntifadası) başladı. 6. İşgal Edilmiş Topraklar’ın Yeniden Fethi Oslo’nun sonu ve İkinci İntifada’nın ardından Şubat 2001’de yapılan İsrail genel seçimlerinde Şaron, Likud-İP koalisyon hükümetinin başbakanı oldu. Diplomatik çözüm umutlarının tümüyle tükendiği, şiddetin günlük hayatın bir parçası haline geldiği yeni bir döneme girildi. Medya, Ortadoğu’yu, “şiddet sarmalının” egemen olduğu bir “kan gölü” olarak tasvir etti. Bu ifade, zıvanadan çıkmış, itidalini yitirmiş karşılıklı bir şiddetin egemenliğini ima eder ve Filistin-İsrail’deki savaşın tasviri için sıklıkla kullanılır. Oysa tüm veriler şiddetin baskın yönü ve orantısız karakterini gözler önüne serer. Örneğin, İntifada’dan sonra, 2001 Mayıs itibariyle 500 Filistinli öldürüldü ve 14 000 Filistinli yaralandı. Öldürülen İsrailli sayısı 82 idi, bunun 18’i sivil, 36’sı asker ve 28’i yerleşimciydi. Ekim 2001’de İntifada sonrası ölen Filistinlilerin sayısı 700’e yükseldi. Bunların 145’i çocuktu. 384 ev yıkıldı, 400 000 ağaç söküldü, 25 yeni yerleşim yeri kuruldu. Şaron iktidarıyla birlikte Filistin topraklarının yeniden istilasına, Filistin Yönetimi ve Filistin toplumsal altyapısının çökertilmesine yönelik bir dizi operasyon başlatıldı. İçişleri Bakanı Uzi Landau Ekim 2001 tarihli bir konuşmasında “FY’nin itibar, otorite, ve stabilitesi tümüyle çökene kadar Filistinlilere askeri ve ekonomik olarak vurulması” çağrısında bulundu. İsrail’in Şaron yönetimi altında Filistin halkı için geliştirdiği model bir açıkhava hapishaneleri sistemidir. Batı Şeria’da, kent ve kasabaların etrafında, halkı tarım topraklarından, tarla ve bahçelerinden mahrum bırakacak şekilde örülmekte olan güvenlik duvarı bu politikanın en çıplak göstergesidir (bkn. ). A.B.D.’nin 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ilan ettiği “terörizme karşı savaş” İsrail’e, Filistin’in toplumsal altyapısını çökertmek için yeni bir fırsat penceresi açtı. Arafat barışın karşısındaki en büyük engel, “İsrail’in Bin Ladini” olarak tanımlandı, Mart 2002’de tüm FY bölgelerine birden saldırılar başladı. İsrail, dört hafta içinde tüm BŞ kentlerini işgal etti, kentlerin altyapılarını çökertti, Arafat’ın Ramallah’daki karargahını yerle bir etti. 500 Filistinli öldürüldü. Bush yönetimi 15 Temmuz 2002’de Ortadoğu barışı için yeni bir “yol haritası” açıkladı. Yeni yol haritası “iki devletli” çözüm çerçevesinde “varılacak noktanın, İsrail-Filistin ihtilafının 2005’e kadar nihai ve kapsamlı bir biçimde çözüme ulaştırılması” olduğunu söylüyordu. Bu arada Filistin’den beklenen A.B.D. tarafından demokratik olarak tanımlanacak bir hükümet kurmak ve Filistinli direniş gruplarının başını İsrail tarafından yeterli görülecek derecede, tüm altyapılarını çökertecek şekilde ezmekti. Sonra nihai statünün görüşüleceği üçüncü aşamaya geçilecekti – ki bu aşamada İsrail’in yükümlülüklerine dair hiçbir ifade yoktu. İşgal, İsrail’e karşı hiçbir yaptırım öngörülmeden, mucizevi bir şekilde sona erecekti. Bush’un yol haritasının Filistin halkı için taşıdığı perspektif Oslo belgelerinin çok daha gerisindedir. Birinci aşama için getirdiği koşul, Filistin halkına karşı bir şantajdı: herşeyi göze alarak, İsrail adına Filistinli direniş gruplarını bastıracak bir Filistin liderliği işbaşına getirilmediği sürece, İsrail devletine aşırı şiddet kullanımı ve operasyonlar için açık çek verildi. Bu çağrı ayrıca, Irak ve başka yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde tüm demokratik değerleri açıkça hiçe saymaktı, çünkü Arafat Filistin halkının seçilmiş lideriydi. İkinci koşul ise Filistin’in sadece fiziksel altyapısını değil tüm toplumsal ve örgütsel altyapısını çökertmeyi, Filistin’i bir iç savaşa sürüklemeyi hedefler. 26 Mayıs 2003’te İsrail kabinenin yol haritasını resmen onayladığı kararda, planın ilk evresinden ikinci evresine geçişin bir koşulu olarak “Filistinliler terörist örgütleri (Hamas, İslami Cihad, Halk Cephesi, Demokratik Cephe, El Aksa Tugayları ve diğer örgütler) ve bunların altyapılarını dağıtma işlemini tamamlayacaklardır” denir. Aslında, Oslo’nun başından beri bazı Filistinli örgütler, bilhassa Hamas, İsrail’in Filistinlileri toplumun kendi kendisini yok edeceği bir iç savaşa sürüklemeye çalıştığı uyarısında bulunmuşlardı. “İsrail bir Filistin Atalena’sı talep ediyor, bir tarafta Ebu Mazen ve Muhammed Dahlan, diğer tarafta ise Hamas, Cihad ve El Aksa Tugayları arasında karşılıklı bir hesaplaşmadan daha azını değil”. Yol haritasının muhatabı, A.B.D.’nin tercih ettiği Filistin Başbakanı Mahmud Abbas 29 Nisan 2003’te göreve başladı. Yol haritasının şartları ve takvimi Bush, Şaron ve Abbas’ın yer aldığı Akabe zirvesinde görüşüldü. Şaron bu zirveye giderken İsrail için “Filistin’in yapacağı bir ateşkesin yeterli olmadığını” ifade etti. Ha’aretz’de yayınlanan bu haberin devamına göre Şaron zirvede “Bush ile yapacağı toplantıda, diplomatik açıdan bir ilerlenme sağlanması için bir önkoşul olarak, Filistin yönetiminin, topraklardaki terör örgütlerini ve bunların altyapılarını çökertmek için askeri güç kullanması gerektiği yolundaki talebine A.B.D.’nin arka çıkmasını isteyecekti”. Gerçekten’de Filistin ateşkesi İsrail için yeterli olmadı. Hamas’ın karşılıklı ateşkesi kabul etmiş olmasına karşın hareketin kıdemli önderlerinden Abdülaziz Rantisi’ye 10 Temmuz’da Gazze’de füze saldırısıyla suikast girişiminde bulunuldu. Bu İsrail tarafından Hamas’a bir misillemede bulunması için yapılan bir davetti. İsrail şiddetin kesilmesini bir gelişme değil, bir tehdit olarak algıladı. Ortadoğu’da “şiddet sarmalı” her zaman, çözümün önünü tıkayacak bir araç olarak kullanıldı. Fakat Irak’ta savaşan Bush yönetiminin İsrail’de bir savaş adamına değil bir “barış adamına” ihtiyacı vardı. Şaron’un Akabe Zirvesi’nde “yol haritası” çerçevesinde birkaç ileri karakoldan çekileceğini açıklaması onu bir “barış adamı” statüsüne yükseltmeye yetti. Zirvenin ardından Filistin Yönetimi ve Filistinli örgütler üç aylık bir ateşkes ilan ettiler ve bunu 25 Haziran 2005’te basına duyurdular. İsrail’in tepkisi net ve kesin oldu. Hamas’ın duyurusunun hemen ardından İsrail helikopterleri Gazze’nin güneyinde Han Yunis yakınlarında iki arabaya füze saldırısı düzenledi. Filistinli örgütlerin ateşkese bundan sonra da bağlı kalması İsrail açısından sıkıntı yarattı. “İSK’nin istihbarat birimleri, dün saldırıların durdurulması yönünde bildirimde bulunan üç örgüt içinde Hamas’ın eylemcilerinin anlaşmaya olabildiğince sadık kalacağına inanıyorlar. Hamas, katı biçimde hiyerarşik ve görece disiplinli olarak değerlendiriliyor ve grubun liderleri hudnayı (ateşkes) uygulatmak için ellerinden gelen herşeyi yapacak gibi görünüyor.” Altı haftalık ateşkesin ardından İsrail bilhassa Hamas liderlerini hedef alan bir suikast kampanyasına girişti. Gazze’deki Hamas liderliği bir dizi suikastın ardından koşulların İsrail saldırılarına karşı misilleme yapılmasına izin verecek şekilde değiştiğini duyurdu. Böylece İsrail’in isteği gerçekleşti. Ardından, direniş örgütlerini kontrol edememekle suçlanan Abbas’ın hükümeti dağıldı. İsrail’in suikast ve provokasyon stratejisi Ahmed Kureya’nın (Ebu Ala) başbakan olduğu dönemde de devam etti. 22 Mart 2004’te Hamas’ın ruhani lideri Şeyh Yasin Ramazan’ın tekerlekli sandalyeye bağımlı olduğu halde Gazze’deki bir camiden çıkarken İsrail füzeleri tarafından vurularak öldürülmesi bu suikastlar içinde en çarpıcı olanıdır. FKÖ’nün tarihi lideri Arafat’ın Kasım 2004’te ölümünün ardından Mahmut Abbas seçimle Filistin Yönetimi’nin başına getirildi. “Yol Haritası” geçerliliğini yitirmiş olsa da yaşanan gelişmeler ve mevcut perspektif Abbas’ın başbakan olarak görev yaptığı bir önceki döneme paraleldir. Filistinli direniş grupları bazı istisnalar dışında ateşkese riayet ediyorlar. Şaron A.B.D.’nin açık baskısı altında, İsrail kamuoyunu ve siyasi rakiplerini ikna ederek Gazze’den çekildi ve içerde ve dışarıda “barış adamı” statüsünü korumaya çalışıyor. İsrail için temel sorun kalabalık ve sorunlu işgal bölgelerinin yükünü FY’ye devretmek, böylelikle Cenevre sözleşmesinin bir işgal gücü olarak kendisine dayattığı sorumluluklardan ve ekonomik yükten sıyrılmak. Gazze Şeridi yoğun Filistinli mülteci nüfusu nedeniyle zaten kolonileştirilmeye uygun değildir. Yerleşimlerin boşaltılması Gazze halkı için sevindirici olsa da burası halen İsrail’in mutlak ablukası altında. Üstelik Gazze halkı İSK’in daha açık bir hedefi haline gelebilir. Filistin intihar saldırılarını engellemek bahanesiyle inşa edilen Batı Şeria, “güvenlik duvarı” yükselmeye devam ediyor. Bu duvar, İsrail yerleşimlerini geniş Filistin toprakları ile birlikte İsrail tarafında bırakacak şekilde çizilmiştir ve inşa edilmekte olanın yanı sıra doğuda ikinci bir duvar daha planlanmıştır (bkz. Harita 4) Batı Şeria bir Açıkhava hapishanesine dönüştürülürken, bir yandan da Galile vadisi su havzasının denetimi sağlanmaktadır. FKÖ’nün tarihi lideri Arafat’ın Kasım 2004’te ölümünün ardından Mahmut Abbas seçimle Filistin Yönetimi’nin başına getirildi. “Yol Haritası” geçerliliğini yitirmiş olsa da yaşanan gelişmeler ve mevcut perspektif Abbas’ın başbakan olarak görev yaptığı bir önceki döneme paraleldir. Filistinli direniş grupları bazı istisnalar dışında ateşkese riayet ediyorlar. Şaron A.B.D.’nin açık baskısı altında, İsrail kamuoyunu ve siyasi rakiplerini ikna ederek Gazze’den çekildi ve içerde ve dışarda “barış adamı” statüsünü korumaya çalışıyor. İsrail için temel sorun kalabalık ve sorunlu işgal bölgelerinin yükünü FY’ye devretmek, böylelikle Cenevre sözleşmesinin bir işgal gücü olarak kendisine dayattığı sorumluluklardan ve ekonomik yükten sıyrılmak. Gazze Şeridi yoğun Filistinli mülteci nüfusu nedeniyle zaten kolonileştirilmeye uygun değildir. Yerleşimlerin boşaltılması Gazze halkı için sevindirici olsa da burası halen İsrail’in mutlak ablukası altında. Üstelik Gazze halkı İSK’in daha açık bir hedefi haline gelebilir. Filistin sorunu için adil bir çözüm eskisine göre daha uzak görünmekle birlikte gelecekte ne olacağı çeşitli etmenlere bağlı: A.B.D.’nin Irak işgalinin izleyeceği seyir; çok taraflı uluslararası bir diplomasinin imkanlarının tekrar kurulabilmesi; ve belki de en önemlisi, işgal altındaki Filistin halkının her geçen gün şiddetlenen fiili durum altında siyasi ve kültürel bir parçalanmaya uğramadan direnebilme gücü. Harita 1. Oslo II (1995 El Taba Anlaşması). Alıntıdır. ww.uydulife.tv
|
|
Bookmarks |
Etiketler |
filistin-israil sorununun yakın tarihi |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|