![]() |
GERİCİLİĞE YAĞMA YOK
Dinsel eğitimin verildiği medreselerde dini kural adı altında yığınla hurafe buradaki öğrencilere ezberletilmiş ve yüzyıllar boyunca genç beyinler uyuşturulmuştur. Bu eğitimin etkisiyle de her türlü gelişmeye karşı çıkan bağnaz kuşaklar yetiştirilmiştir. Oysa eğitimin amacı toplumu ileriye götürecek, akılcı ve sorgulayıcı mantığa sahip aydın bireyler yetiştirmektir. Medreselerin, toplumun ayak bağı durumuna geldiğini gören Atatürk de bundan dolayı bu köhnemiş kurumlara son vermiş ve tekrar açılması yönündeki istekleri de sert bir şekilde reddetmiştir. Atatürk’ün bir Karadeniz gezisinde söyledikleri bu konudaki tavrını açıkça yansıtmaktadır: Kız ve erkek çocukların bir arada okumaya başladıkları sırada, Karadeniz kıyılarında bir inceleme gezisine çıkan Atatürk, 19 Eylül 1924 Cuma günü Rize’de bulunurken Rize ve Pazar müftüleri kendisine bir dilekçe verirler. Atatürk, sunulan dilekçeye göz gezdirdikten sonra biraz sinirli müftülere döner: - Yaaa?... Demek medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz? Bu millet, çocuklarını istediği gibi okutmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda, en büyük etkinin ne olduğunu hala bilmiyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacak!.. der ve birdenbire kopan alkış sağanağı içinde sözlerine devam eder. - Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Rahat olun, ibadetinizle meşgul olun bırakın bu milleti!.. Bu kararı veren Meclis’te, sizden büyük alimler yok mu sanıyorsunuz? Millet, bildiği gibi yapacak... anladınız mı? Bu sözleri de sürekli alkışlarla karşılanırken yanıbaşındaki valiye dönerek: - Bu adamlar, burasını ahundlar (İranlı Din Adamı) İran’ı gibi mi yapmak istiyorlar?... |
ÖLÜLERDEN YARDIM İSTENMEZ
İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan a*****ların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir. Atatürk Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada hurafelere ait birçok örnekler verdikten sonra türbelerden ve yalancı evliyalardan bahsederek - Ölülerden yardım istemek uygar bir topluluk için utanç vericidir, dedi ve şöyle devam etti. - Mevcut tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi hayatta saadete ulaştırmaktan başka ne olabilir?.. Bugün ilmin ve fennin bütün kapsamı ile uygarlığın parlak ışıkları karşısında filan şeyhin öğretisinde maddi ve manevi saadet arayacak kadar ilkel insanların uygar Türk topluluğunda bulunduğunu asla kabul etmiyorum, (şiddetli alkışlar). Arkadaşlar, efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık yoludur (sürekli alkışlar) Uygarlığın emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için yeterlidir. Tarikat şeyhleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile anlayacak, kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak ve müritlerin artık olgunluğa kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.” |
KAMÇISIZ YÖNETİM
Kurtuluş Savaşı’nın başlamasından 1938 yılında ölümüne kadar Türk Milletine önderlik yapan Atatürk, bu süre içerisinde, Osmanlı döneminde çok sık uygulanan baskı yönetimine başvurmaksızın toplumu ikna yolu ile yönetmiştir. Zorbalığa başvurularak ve sindirilerek toplumun kazanılamayacağını, korku ve baskı ile ancak geçici bir süreyle insanların desteklerinin alınabileceğini çok iyi bilen Atatürk, bu yüzden ikna yöntemini kullanmış ve başarılı olmuştur. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu anlayışına güzel bir örnektir. (Bir süre evli kaldığı eşi Latife Uşaklıgil’in anılarından). Evli bulunduğumuz sıralarda idi. İzmir’deydik. Doktorların önerisi gereğince sessiz, sakin bir hayat sürmesi, dinlenmesi gerekliydi: Bir türlü uyuyamadığı bir gece: - Latife, ben şimdi tramvaya binmek istiyorum, dedi. - Dinlenseniz olmaz mı? Vakit de oldukça geç, dedim. - Ben de vaktin geç olmasından yararlanıp tramvaya binmek istiyorum ya, diye karşılık verdi. Derhal gereken yerlere emir verildi. Bir atlı tramvay hazırlandı. - Tramvay hazır, emrinize amade... Yanlarına yaverlerini de aldılar. Hep birlikte tramvaya gittik. Bir sürücüden başka kimse yoktu. Atatürk sürücünün yanına yaklaşıp sordu: - Sen atları kamçı ile mi idare edersin? - Tabii Paşam, kamçısız idare edilir mi? - Neden idare edilmesin? - Biz görmedik... Ata sürücünün yanına oturdu. - Sen şu yerini bana ver de, kamçısız idare edeyim, dedi. Sürücü hemen yerini verdi. Atatürk dizginleri ele aldı. Tramvay atlarını kamçısız sürmeye başladı. - Nasıl idare edebiliyor muyum? - Benden daha güzel idare ediyorsunuz Paşam... - Ben de senin gibi bir idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim. Onları ölüme giden yola seve seve sevkettim. Fakat bir tanesine bile kamçı kullanmadım. |
DEVLET VE BÜROKRASİ
Vatandaşlarına “angarya” yüklemek Osmanlı Devleti’nin çok sık başvurduğu bir uygulamaydı. Herhangi bir kanuna dayanmadan keyfi bir emirle insanlar işlerinden alıkonularak, ücretsiz olarak zorla çalıştırılırlardı. Cumhuriyetin kurulmasıyla vatandaşın hak ve özgürlüklerine saygı gösteren bir anlayış yerleştirilmeye çalışılıyordu. Oysa bazı yöneticiler, Osmanlı’dan kalan kötü alışkanlıkla kanun dışı, insan onuruna yakışmayan keyfi davranışlarına devam ediyordu. Bunlardan biriyle karşılaşan Atatürk tepkisini şöyle belirtir: Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti, valiye: - Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış. Ata’nın kaşları çatıldı, oldukça sert bir dille: - Vali bey, dedi, “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim; angarya demektir ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur. |
ANADOLU’YU DİNLEDİNİZ Mİ?
Atatürk herhangi bir konuda karar alırken mutlaka çevresindeki insanların da düşüncesini alır, farklı görüşlerden yararlanırdı. Özellikle toplumun eğilimine büyük önem verir ve halka danışılması gerektiğine inanırdı. Bağımsızlık mücadelesine girişirken de Türk milletinin özgür yaşama arzusunu görmüş ve halktan aldığı bu mesajla mücadeleye atılmıştır. Atatürk’ün bu yöndeki tutumu ve davranışına aşağıdaki anekdot güzel bir örnektir. Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma kendisine göre bir çare arıyor; Amerikan, İngiliz himayesinden dem vuruluyordu. Bir aralık, Mustafa Kemal Paşa’ya da sordular. Atatürk şu kısa yanıtı verdi: - Efendiler, hepiniz konuştunuz, arzularınızı beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat ... Anadolu’ya bir şey sordunuz mu? Anadolu’yu dinlediniz mi? Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler! |
KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU
Hastalığının iyice ağırlaştığı, 1938 yılında doktorlarının istirahat dışında hiçbir şeye izin vermedikleri durumda bile Atatürk, yurt sorunlarından kopamamıştır. O, Hatay’ın Anavatana katılmasını gerçekleştirmek için ölümü pahasına askeri manevralara katılmış ve vatan sevgisinin yaşama arzusundan önce geldiğini göstermiştir. Bu gösteri O’nun çılgınlığından değil, vatanına ilişkin görevlerini henüz tamamlamadığı yönündeki düşüncelerinden kaynaklanmaktaydı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün vatan sevgisini yansıtan güzel bir örnektir. 1923 yılı Mart’ının On Beşi Pazar günüydü. Atatürk, Adana İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu. Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı: “Bizi de kurtar” diye yalvarıyordu. Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı. Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince Atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak: - Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi. On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk’ü yitirdik. İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir: “Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!” |
YERE DÜŞEN BARDAKLAR
Doğru olan davranış; insanların kusurlarıyla alay edip, küçük düşmesine neden olmak değil, aksine insanların kendi istemleri dışında gerçekleşen kusurlarını paylaşarak onların onore olmalarına katkıda bulunmaktır. Atatürk, bulunduğu ortamlarda geniş hoşgörüsüyle insanların küçük düşürülmesine ve ezilmesine meydan vermemiştir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu husustaki yaklaşımını yansıtan güzel bir örnektir. Atatürk, Boğaziçi’nde bir gazinoda dinlenirken halkın, okşayan bakışlarla sesini duymak için konuşmasını beklediklerini hissetti. Çevresindeki gençlerle sohbete başladı. Konu sanatın türlü dalları ile ilgili, akademik bir havaya bürünmüştü. Herkes, kulak kesilmiş, O’nun bu konular üzerindeki düşüncelerini dinlerken, köşedeki masaların birinde oturan bir beyin elindeki bardak o sessizlik içinde kulakları irkilten bir şangırtı ile yere düşüyor. Herkesin yerici bakışları, bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor. Adamcağız neredeyse sakarlığın verdiği utançtan ölecek... Tam bu sırada ikinci bir şangırtı, bu kez bakışları kendi bardağını da yere bıraktıktan sonra eli henüz havada duran Atatürk’ün gülen yüzü ve hoşgörülük taşıyan gözleri üzerine çekiyor. Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun, çok uzun alkışlarla anlatıyor. |
ATATÜRK’ÜN YARGIÇ KARARINA SAYGISI
“Suçu kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur” anlayışı hukuk devletinin temel ilkesidir. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti de demokratik-laik bir hukuk devletidir. Bu devlet anlayışına göre yasalar karşısında herkes eşittir ve kimseye ayrıcalık tanınamaz. Cumhuriyeti kuran ve bu devletin ilk cumhurbaşkanı olan Atatürk, kendisine suikast girişiminde bulunma hazırlığında olduğu iddia edilen bir kişinin davasına bile hiçbir şekilde müdahale etmemiş, bağımsız yargıya güven duyarak Türkiye’de de hukuk devleti anlayışının yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Aşağıdaki anekdot O’nun bu yöndeki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir. Ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için düzenlenen bir suikast girişimi meydana çıkarılmıştı. Bu girişimde bulunmakla suçlanan kimse “Milli Mücadele’den beri Ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi. Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor “Nasıl olur, Nasıl olur!” diyordu, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu. Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk’ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi “bu üzüntülü olayı anmak istemiyor” dedi; kimi de “bunun doğru olduğuna inanmıyor” diye düşündü. Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı. İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi: - Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir. |
VATAN İÇİN
Atatürk, Türk milletine karşı görevlerinin hiçbir zaman bitmeyeceğini, onun için ne yapsa az olduğunu düşünürdü. Bu nedenle hayatının son anlarında bile bu millet için bir şeyler yapmak çabasında olmuş, doktorların sağlığıyla ilgili uyarılarına rağmen yurt sorunlarıyla ilgilenmekten kendisini alıkoymamıştır. Ondaki vatan ve millet sevgisinin en iyi göstergesi yaptıkları ve yapmak istedikleridir. Aşağıdaki anekdot bu sevgiyi yansıtan sayısız örneklerden sadece birisidir. Atatürk’ün rahatsızlığının son günlerinde doktorları Atatürk’ün devlet işleriyle uğraşmasını yasaklamıştı. Ancak, ölümünden otuz altı gün önce Başbakan Celal Bayar hazırlığı tamamlanmış “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı” dosyası ile birlikte Atatürk’ü ziyarete geldi. Celal Bayar planla ilgili olarak bir iki temel konuda Atatürk’ün düşüncelerini öğrenmek istiyordu. Doktorları en çok beş dakika izin verdiler. Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır: “Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi. Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu: - Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın son şekli, efendim, dedim. Eliyle işaret etti. - Şöyle, yanıma otur, anlat. Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel Sekreteri Hasan Rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti: - Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor, dedi. Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına: - Ufukta, yeni bir dünya savaşının bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin, acele edin, dedi. Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı. Sağlığı ile ilgili tek kelime etmedi. Cemal KUTAY, Atatürk Olmasaydı |
ANNESİNİ YİTİRMESİ
Atatürk’ün en büyük ideali; ülkeyi ulus egemenliğine dayalı demokratik-laik çağdaş bir devlet ve toplum yapısına kavuşturmaktı. Gerçekleştirdiği devrimlerle bu idealine kavuşan büyük insan, aynı zamanda kendi eserim dediği “Cumhuriyet”in de en yılmaz muhafızıydı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerini yansıtması açısından güzel bir örnektir. 14 Ocak 1923’te Atatürk, kendisini yetiştiren, zeki,okumuş ve vefalı annesini İzmir’de yitirdi. Zübeyde Hanım, Karşıyaka’da toprağa verildi. Atatürk, annesinin mezarı başında yaptığı konuşmada: “Annemi yitirmekten çok üzgünüm. Ama benim bu acımı gideren bir avuntum var: Anayurdu yoksulluğa, yokluğa sürükleyen yönetimin, artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem, şimdi bu toprağın altında, ama bu toprağın üstünde Anayurt bütünlüğü ve ulus egemenliği dünyanın sonuna kadar sürecek, beni avutan en etkili güç işte budur. Evet, ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ve bütün atalarımın ruhunu tanık tutarak vicdanımdan kopan andı bir daha söyleyeyim: Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın yüce katında söz verip and içiyorum ki, ulusumun bu kadar kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için gerekirse annenim yanına gitmekte gecikmeyeceğim. Ulus egemenliği için canımı vermek, benim için vicdan borcu, namus borcu olsun.” demiştir. |
MİLLETİNE İNANCI
Atatürk, Türk milletinin yeniliğe açık, doğrunun ve güzelin peşinde koşmasını bilen, inandığı liderin izinde her şeyini feda etmeye hazır, çalışkan, onurlu ve fedakar bir millet olduğu inancını ölünceye kadar taşımıştır. Türk milleti de O’nu bu düşüncesinde asla yanıltmamıştır. Aşağıdaki anekdotta da Onun bu konudaki düşüncesini yansıtan güzel örneklerden biridir. Sarayburnu’ndaki büyük eğlentide, 9 Ağustos 1929 akşamı etrafını saran halka hitaben, ilk defa Harf Devrimi’ni açıklayarak, yeni harflerin kabul edilmesi gerektiğini belirttikten sonra: - Bir milletin yüzde onu-yirmisi okuma yazma bilir de, yüzde seksen-doksanı bilmezse, ayıptır. Bu millet utanmalıdır. Ama Türk milleti utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, şanlı şerefli bir millettir. Tarihi baştan başa iftiharla dolu bir millettir. Okuma yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. Hata, Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin bu hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Bu konuda bütün vatandaşların çabasını isterim. En fazla, bir iki sene içinde, bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir. Milletin, kafasıyla olduğu gibi, yazısıyla da uygar dünyanın yanında bulunduğunu gösterecektir!” deyince, halk, kendisini kucaklamak, bağrına basmak isteyen bir coşkunlukla alkışlarken, heyecandan ağlaşanlar bile görülmüştü. Oradan Büyükada’ya gitmişlerdi. Yat Kulübü’nde, pırıl pırıl ışıklar içinde, kırıta kırıta sırıtan fraklı, smokinli, tuvaletli bay, bayanlarla karşılaşınca, bir an durmuş, yanındakilere: - Hani Sarayburnu’nda yaptığımız yok mu? Onu burada yapamazdık!... demişti. |
ATATÜRK, ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ VE ÇANAKKALE’DE ÖLEN DÜŞMAN MUHARİPLERİ Büyük insan Atatürk’e, insan Atatürk’e bakınız. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Çanakkale bölgesine denetlemeye gidecek. Veda için ziyaret ettiği zaman Atatürk şöyle diyor: - Çanakkale’ye gittiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin. Bu görevi yapacağına şüphe yok. Yalnız nasıl bir nutuk söyleyeceksin. Ben söyleyeyim. Burada yatan aziz şehitlerimiz! Sizi hürmetle, saygı ile anıyoruz, diyeceksin. Mehmetçik anıtının başında, bütün yeteneğinle konuşacaksın. Burada rahat ve huzur içinde yatınız, diyeceksin. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere siper etmeseydiniz, bu boğaz aşılır; İstanbul işgal edilir; vatan toprakları istilaya uğrardı, diyeceksin. - Evet, böyle konuşacağım! - Hayır, hayır... Sen böylenin üstünde, çok daha başka konuşacaksın. Dünyaya seslenircesine konuşacaksın. Orada, Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimiz değil, bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da o kahraman askerleri de hürmetle, saygıyla anacaksın. - Paşam, ben bunları yapamam; çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir. - Söyleyeceksin. Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksın. Senin böyle konuşman gerekir. Şükrü Kaya Atatürk’ün yanından ayrılıyor ve gece tekrar buluşuyorlar. Atatürk, Şükrü Kaya’ya uzun bir kağıt uzatıyor. Bu, Çanakkale’de söyleyeceği nutuktur. Atatürk bizzat hazırlamıştır ve Şükrü Kaya, bu nutku alıp Çanakkale’ye gidiyor. Orada Mehmetçiğin mezarı başında bu nutku söylüyor. Nutukta Şükrü Kaya’nın yabancı askerlere hitaben belirttiği cümleler şunlardır: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak ülkelerden evlatlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Şükrü Kaya, Atatürk’ün toprağında yendiği milletlere karşı gösterdiği yüksek insanlık hislerinin ifadesini taşıyan cümleleri Çanakkale’de söylüyor, Ankara’ya dönüyor. Meğer Mehmetçik Anıtı’nın başında söylenen bu sözleri kaydeden birkaç gazeteci varmış. Onlar bu sözleri gazetelerine bildiriyorlar, nutuk dünyaya yayılıyor ve aradan hafta geçmiyor; Şükrü Kaya’ya telgraflar yağıyor. Ta Avustralya, Yeni Zelanda’dan günlerce sonra mektuplar geliyor. Gözleri yaşlı analardan, kardeşlerden, siyasi şahsiyetlerden, askerlerden. Şükrü Kaya, bu konuşmasından dolayı tebrik ediliyor, takdir ediliyor. Oysaki söz, büyük askere aittir. Ve O büyük asker, dün yendiği milletlere karşı düşmanlık hissi beslememekte, en insani, en medeni hislerle, dostluk elini uzatmaktadır ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı’na söyletmektedir. “Yurtta barış, cihanda barış”... Atatürk’ün bu sözünü dünya milletleri arasında düşmanlığın unutulmasından aldığı nasıl belli. Em.Tümg. M.ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.85-86 |
SORAMAZDIN
Atatürk’e ve O’nun düşüncesine karşı olanlar, tarihsel gerçekleri çarpıtarak Atatürk’ü, kendi uluslarının ve insanlığın felaketini hazırlayan Hitler ve Mussolini gibi diktatörlerle kıyaslamaktalar. Bu diktatörler, kendi ülkelerinde demokrasilere son vererek baskı yönetimlerini kurmuşlardır. Oysa Atatürk, kişi egemenliğine dayalı keyfi monarşi yönetiminden Türk ulusunu kurtararak ulus egemenliğine dayalı bir yönetim getirmiştir. O, Türk halkını kulluktan kurtararak hak ve özgürlüklerinin bilincine sahip yurttaş yapmak için hayatını adamıştır. O’nu diktatörlükle suçlayanlar ya gaflet içerisinde olan kıymet bilmezlerdir ya da O’nun getirdiği çağdaş değerlerden rahatsızlık duyan geçmiş yönetimin kalıntıları olan tutucu ve yobazlardır. Bu tür düşünenlere, bir gençle Atatürk arasında geçen aşağıdaki diyalog bir cevaptır. Bir halk toplantısında, bir genç O’na şu soruyu sordu: - Paşam, size diktatör diyorlar, ne dersiniz? - Ben, diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın? |
ATATÜRK VE MİLLİ BİRLİK
Milli birlik ve bütünlük bir milletin varoluş sebeplerinden biri ve Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu sebeplerdendir. O, 23 Mart 1923’te Afyonkarahisar’da halkla yaptığı konuşmada bu konuyu şöyle dile getirmiştir. “Yurttaşlarım, Gördüğünüz bütün o felaketlerden sonra, sizleri o felakete sürükleyen sebepleri anlamışsınızdır ve o felaketlerden nasıl kurtulduğunuzu, elbette takdir etmişsinizdir. Sizler ve bütün millet o felaketlere kendine güvenmediği, geleceğini şunun bunun eline verdiği, şunun bunun esiri olduğu için uğramıştır. O, felaketlerden ancak milli benliğinize hakim olduğunuz için kurtuldunuz; amaca doğru bütün bir millet halinde yürüdünüz; üzerinize çöken felaketlere tahammül gösterdiniz, sebat gösterdiniz ve ancak bu sayede başarılı oldunuz. Bundan sonra da egemenliğinizi canınız gibi koruyarak ulusal egemenliğinize, namusunuza, kutsal değerleriniz gibi dört elle sarılarak hiç durmadan bütünlük içinde geleceğe doğru yürüyecek, bugünden daha saadetli, daha şerefli ve mutlu günlere kavuşacağız. Yurttaşlarım, Allah birlik ve beraberlik içinde çalışan şerefini, namusunu koruyan ulusları mutlu eder. Biz de bundan önce olduğu gibi bundan sonra da bu anlayışla çalışırsak, Allah’tan böyle bir mutluluğu istemeyi hak ederiz.” |
MEHMETÇİĞİN HAKKI
Tarihimiz boyunca Türk askeri büyük zaferler kazanmıştır. Zaferlerin kazanılmasında en büyük etken iyi eğitim, yüksek moral ve çağın teknolojisinde yararlanmak olmuştur. Eğitimsiz, moralsiz ve teknolojiden yararlanmadığı anlarda Osmanlı Devletinin son döneminde olduğu gibi hep yenilmiştir. Zaferler kazanıldığı zaman bazı din adamları bunda evliyalarının ve dualarının payı olduğunu söylemişlerdir. Kaybedilen savaşlarda ise kendilerine hiç pay çıkarmamışlardır. Oysa zaferlerin de, yenilgilerin de temelinde ordunun savaşa hazır olup olmaması vardı. Zaferde en büyük pay kanını, terini akıtan Mehmetçiğindir. Atatürk aşağıdaki anekdotta bu gerçeği vurgulamaktadır. Sakarya Meydan Savaşı zaferle sona ermiş, Gazi Ankara’ya dönüyormuş. Karşılama törenine katılan halk, Gazi geçtikçe alkış tutuyor ve arkasından büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış. Meclis binasının önüne gelinmiş, Gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: “Cemaat” halinde Hacı Bayram Veli’nin türbesine gidilecek, onun “yüksek maneviyatının yardımıyla” kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek, sonra meclise dönülerek nutuklar okunacak. Gazi: - Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! Deyip doğruca meclis binasına sapmış. Atatürk böyle bir davranışta bulunmasının gerekçesini ise şöyle açıkladı: - Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların “maneviyatı” olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum. |
BU MİLLET O KADAR ZENGİN DEĞİL
Türk ulusunun binbir yokluk ve sıkıntılar içerisinde olmasına rağmen ayağındakini, bedenindekini ve boğazındakini vererek Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırdığını iyi bilen Atatürk, savaş sonrasında halkın devam eden yoksulluğunu yenmek için çok çalışmıştır. Bu nedenle hemen her alanda savurganlığın önlenmesi ve tasarruf bilincinin yerleşmesine çaba harcamıştır. Buna özen gösterenleri de takdir etmiştir. Aşağıdaki anekdot, Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerini yansıtan güzel bir örnektir. Bir tarihte Atatürk Ege Vapuru ile Mersin’e gitmiş. Dönüşte vapur Fethiye’de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler atılıyormuş. Kendisine eşlik eden Zafer Torpidosu’nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken, kumandanlardan biri, Zafer Torpidosu kumandanına bir torpil atmasını söylemiş. Torpido Kumandanı: - Hay hay efendim, demiş, yalnız bir torpilin değeri elli bir liradır. Bunun üzerine Atatürk: - Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir. Ve torpido kumandanına dönerek: - Sizi kutlarım, diye iltifatta bulunmuş. |
GENELGEYLE OLMAZ
Siyasal ve toplumsal sistemlerde sağlıklı bir değişim gerçekleştirebilmenin en geçerli yolu değişim yanlısı olanların aktif bir şekilde çalışarak, topluma, yapılması düşünülen değişikliklerin gerekçelerini anlatmaları, onları değişikliklerden haberdar edip, desteklerini sağlamaya çalışmalarıdır. Propaganda ve bilgi alışverişi olmadan sadece birkaç satırlık genelgelerle, emir ve yasaklarla kısa sürede toplumu eski alışkanlıklarından kurtarmak mümkün değildir. Bunun bilincinde olan Atatürk, Anadolu’yu karış karış gezmiş, yaptığı devrimleri gerekçeleriyle halka anlatmıştır. Atatürk, diğer devlet görevlilerinden de bu yönde çaba harcamalarını, halkı aydınlatıp kazanmalarını beklemiştir. Aşağıdaki anekdot da Atatürk’ün bu yöndeki beklentilerine güzel bir örnektir. 1924 yılının ilkbaharındaydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köylerin evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Ata, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Ata, ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, yöre ağzıyla: - Valle Padişeh bilir, dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: - Baba, padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım, zararın ne? İhtiyar tekrar etti: - Padişeh bilir!.. Bu cevap karşısında kaşları çatılan Ata, Kaymakama döndü: - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan yazı işleri müdürü: - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: - Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz... |
ATATÜRK’ÜN COŞKUN TEZAHÜRLER HAKKINDA BİR YARGISI
Atatürk, Türk Milleti tarafından daima sevilmiş, sayılmış ve takdir görmüştür. Bunun en önemli sebebi yüzyıllar boyunca bir sürü gibi görülmüş olan Türk insanına hak ettiği değeri vermesi, milletinin geleceğini oluşturma uğrunda birçok sıkıntılara göğüs germesi ve Türk milletini hak ettiği yere getirmeye çalışmasıdır. O, Türk insanını karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. Türk milletinin Atatürk’ü sevmesinin anahtarı “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur” sözünde gizlidir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu anlayışını yansıtması açısından güzel bir örnektir. Yaşadıkları sürece yığınlara hakim olmuş, alkışlar ve takdirler toplamış nice tarihi kişiler, hayatlarında veya ölümlerinden sonra zaman çarkının dişlileri arasında kaybolup gittiler. Bunlar “Yalancı Şöhretler’di ve yaptıkları köksüzdü, temelsizdi. Bunun içindir ki, eserlerinin ömrü, kendi ömürlerini aşamadı. Bunların çoğu, lehlerinde yapılmış bir takım gösterilerin gururuna da kapıldılar. Ve bunları “ebedi yaşama”nın bir delili sandılar. “Zafer sarhoşluğu”nun uykusunda kaybolup gittiler. Atatürk’e 12 yıl yaverlik yapmış olan Sayın Naşit Mengü’nün çeşitli anılarını dinlerken, bir yandan da bunları düşünüyordum: Atatürk, kendisi hakkındaki büyük sevgi gösterileri karşısında nasıl duygulanıyor, neler düşünüyordu? Bu soruma Naşit Mengü şu cevabı verdi: - Yıl 1927... Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra ilk defa İstanbul’a dönüyor. Bütün kent halkı sokakları ve denizleri kaplamış. Bayramların en büyüğünü yaşıyorlar. Kıyılardan, denizlerdeki sandallardan Atatürk’ün motoruna doğru eller uzanıyor, “Yaşa, Varol” sesleri kubbelerde yankılar yapıyordu. Atatürk de ayakta, mendil sallayarak bu sevgi gösterilerine karşılık veriyor. Ben, rahmetli Salih Bozok’la Ata’nın bir adım gerisindeyiz. Rahmetli Salih, halkın bu coşkun gösterilerinden çok heyecanlandı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Gazi’ye eğilerek: - Paşam, dedi, halkın şu coşkun tezahürlerine bakınız. Bu millet ebediyete kadar uğrunuza ateşe atılmakta tereddüt etmez. Atatürk, şu cevabı verdi: - Kendilerine faydalı olduğunuz, onlara müspet yolda hizmet ettiğiniz müddetçe milletin sevgisini kazanabilirsiniz. Vaatlerinizi yerine getirmez, milletin refahına hizmet etmezseniz bu gün bizi alkışlayan bu topluluk yarın yuhalar. |
ÖLMEZ BU VATAN
Türk tarihinin en karanlık dönemi olan işgal günlerinde, Türk aydınları silahlı direnişin dışında pek çok çözüm yolu düşünürken, Atatürk 4 Şubat 1919’da bir gazeteciye yaptığı açıklamada “iyi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer ve millete silahlı direniş için önder olursa vatan da millet de kurtulur” diyerek tek kurtuluş yolunu açıklamıştır. Bu tarihte bu şekilde düşünen “Tek Adam” odur. Onu bu düşünceye yönelten Türk milletini çok iyi tanımış olmasıdır. O, Türk milletindeki cevheri, Trablusgarp’ta, Balkan Savaşları’nda, Çanakkale’de, Filistin’de vatanı için can veren mehmetçikte görmüştür. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki düşüncesini yansıtması açısından önemlidir. Kurtuluş Savaşı’nın en karanlık günlerindeydi; anayurdun en verimli yerleri düşman çizmeleri altında inliyordu. Milletin bütün kuvvet kaynakları kurumuş; dışarıdan ve içeriden ihanetler birbirini kovalamıştı. Herkes: - Türk öldü”.. diyordu. Türkiye’nin Afrika ve Asya’daki esir ülkeler arasına katıldığı sanılıyordu. Yüzyıllarca Türk egemenliği altında yaşayan milletler, onun son varlığını yağma ediyorlardı. En akıllı görünen birçok yurttaşımız İngiltere’nin veya Amerika’nın himayesini nimet saymaya başlamışlardı. Atatürk böyle bir zamanda yer yer ayaklanan Türk halkına önder oldu; Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni kurdu. Bir gün Meclis’te söylediği nutkunu, şair Mithat Cemal’in bir manzumesinin şu son beyti ile bitirdi: “Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de hatta, Çekmez kürenin sırtı bu tabutu cesimi...” Türk vatanının düşman elinde kalmayacağı ve Türk milletinin asla esir olmayacağı hakkındaki iman, Atatürk’ün ruhunda sonsuz bir kuvvet ve sönmez bir ateşti. Bu kuvvet ve ateşi, her fırsatta milletin her ferdine aşılamakta eşsiz bir ustalık gösterirdi. |
MİLLETİ KURTARINCAYA KADAR
Türk milletinin acı ve sıkıntılarını kendi içinde hisseden Atatürk, milletin içinde bulunduğu sıkıntıları aşması için kendisini görevli bilmiş ve millet gerçek anlamıyla kurtuluşa ermeden kendisinin asla rahat olamayacağını bir an bile olsa unutmamıştır. O, yaşamını çok sevdiği milletine adayan onunla sevinmeyi onunla üzülmeyi ve onunla varolmayı ilke edinen gerçek bir vatanseverdir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün millet sevgisini yansıtan sayısız örnekten sadece birisidir. Atatürk, “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve düşman emellerine kurban etmemek için açılan Milli Mücadele’de, uğrunda milletle beraber serbest bir surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık engel olmaya başladı” diye istifasını vererek: Milletin bağrında mücadele için yer aldığını bildirdikten sonra, Erzurum’da ilk kongreyi toplamakla uğraşırken, İstanbul hükümeti de, durumundan fena halde kuşkulanarak, Sivas, Bitlis, Van ve Erzurum vilayetlerine: (Askerlik mesleğinden istifa eden sabıkalı Paşa Mustafa Kemal Bey, veyahut Efendi nerededir? Ne ile meşguldür, hangi işle uğraşmaktadır? Acele bildirilmesi,” diyen telgraflar çektiği zaman, Erzurum’da vali vekili bulunan Kadı Mehmet Hilmi Efendi de, telaşa düşmüş, ne cevap vereceğini bilemiyerek, bir yandan İstanbul hükümetine: “... Halihazırdaki vaziyetine göre, kendisi ikametgahında bulunarak kendi işleri ile meşgul oluyor ve dışarıyla nadiren temasta bulunduğu anlaşılmıştır.” diye cevap verirken, aynı zamanda meseleyi Mustafa Kemal Paşa’ya da bildirmişti. Bu cevabı görünce gülen Mustafa Kemal Paşa: - Hocam, demişti, cevabın güzel ama, bakalım inandırabilecek misin?.. İstanbul’dakiler de, gerçekte, içleri rahat etmek için böyle bir cevap isterlerse de, beni de bilirler... Benim kendi işlerim, milletin işlerinden ibarettir. Yoksa, yazdığın gibi, evime çekilir, yan gelir, yatardım. Ne çare ki, yatsam da, milletin geleceğini düşünürken, gözüme uyku girmez... Ama, sen tekrar sorarlarsa, yine böyle de... Hatta, sizlere ömür, vefat etti, de!..” Bu söz üzerine, üzüntüyle: - Allah esirgesin Paşam, öyle söz olur mu? İnşallah çok yaşarsın!... Deyince, Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı şu olmuştu: - Daha pek çok değil, yalnız milleti ve vatanı kurtarıncaya kadar... Allah’tan başka bir şey istemem...” |
ÜZÜLME ARKANDA BİZ VARIZ!
Atatürk, yurt sorunları ne kadar büyük olursa olsun asla yılgınlık göstermemiş, başaramama gibi bir umutsuzluğa düşmemiştir. Bunun en büyük nedeni, O’nun milletine olan güvenidir. Bu millet O’nun güvenine daima layık olmuş O da bu güvenden asla şüphe duymamıştır. O her hareketinde Türk milletini arkasında görmüştür. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk milletine, Türk milletinin de Atasına olan güvenini yansıtması açısından güzel bir örnektir. Hatay sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi. Atatürk, sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine içini döküyordu. - Hatay işi, benim kişisel davamdır. Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki, beni meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız. Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak: - Atatürk! Üzülme arkanda biz varız, diye bağırdı. Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun bu sözüne karşılık olarak: - Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum, diye karşılık verdi. |
DOĞUŞUNDAKİ OLAĞANÜSTÜLÜK
Atatürk, Türk milletinin yetiştirdiği seçkin bir insan olmasına rağmen kendisini hiçbir zaman milletinin üstünde görmemiş, milletinin bir ferdi olmakla gurur duymuştur. “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur,” sözüyle de bunu vurgulamıştır. Aşağıdaki anekdot Onun bu yöndeki düşüncesini yansıtan güzel bir örnektir. Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı. Bir gün sofradakilerden biri: - Paşam, demişti, kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir ne eşsiz anılarınız vardır. Atatürk güldü ve Conker’e döndü: - Nuri anlatsın, dedi. Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle: - Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kez pişman oldu. - Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti: - Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.” |
BAŞÖĞRETMEN
Kurtuluş Savaşı ülkemizin düşmanlardan temizlenmesini sağlamış ancak, gerçek kurtuluşu sağlamamış sadece buna giden ortamı hazırlamıştır. Gerçek kurtuluş ülkenin bir daha işgal gibi bir felaketi yaşamasına neden olabilecek etkenlerin tamamen ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bunun ise hurafelere dayalı yanlış inanış ve anlayışları yıkacak kafaların bağımsızlığını gerçekleştirecek, ülke insanlarını cehalet ve yoksulluktan kurtaracak adımları atmakla sağlanacağını iyi bilen Atatürk, büyük bir kararlılıkla eğitim seferberliğine girişmişti. Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı artık çağdaşlaşma savaşının Başöğretmeni olmuştu. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün cehalete karşı başlattığı mücadeleyi yansıtması açısından güzel bir örnektir. Kurtuluş Savaşı zaferle sona ermiş; vatan ve millet kurtulmuştu. Bazıları sanıyordu ki, Atatürk’ün önderlik rolü artık bitmişti. Halbuki onun kalbinde Türk milletinin yüzyıllardan beri şifa bulmayan yaraları kanıyordu; anavatandan düşmanı kovmakla her şey tamam olmuyordu; o tekrar gelebilirdi. Bunun önüne geçmek için kökleri içimizde olan sebepleri de yok etmek gerekirdi. Atatürk en büyük derdin, halkın cahilliği olduğunu görüyor; onun kafasını aydınlatınca hızla yükseleceğini biliyordu. O sırada arkadaşlarından biri sordu: - İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz? - Milli Eğitim Bakanı olarak milli kültürü yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir. Milli Eğitim Bakanı olmadı, Cumhurbaşkanı oldu. Fakat bütün devrimler gibi eğitim devrimi de onun eseridir. Halkın kültür bakımından yükselmesine başlıca engel, Arap harfleriydi. Atatürk, 1927’de kararını verdi; 1928 kış ayları hazırlıkla geçti. Ağustosun dokuzunda Perşembe günü İstanbul’da Sarayburnu’nda bir toplantıda halkla konuştu ve kararını bildirdi; Latin harfleri kabul edildi. Savaşta başkumandanlık eden Atatürk, “Başöğretmen” oldu. Seyahat ettiği yerlerde halkı imtihan etti ve dersler verdi. |
BU MİLLETVEKİLİ AYRICALIĞINI HİÇ DE BEĞENMEDİM!..
Atatürk, hayatı boyunca insanlara makam ve mevkileri nedeniyle ayrıcalıklı davranılmasına karşı çıkmış ve toplumdaki bu ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için mücadele etmiştir. Atatürk’ün halkçılık ilkesi kanunlar önünde eşit, sınıfsız ve ayrıcalıksız bir toplum yaratmak amacını gütmektedir. Aşağıdaki anekdot O’nun bu özelliğini çok güzel yansıtmaktadır. Atatürk, bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyor. Yeşilköy İstasyonu’nun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyavere: - Sorunuz, tren var mı? diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip emrindekilerle birlikte trene biniyor. Karar ani verildiği ve uygulandığı için, bu trene biniş hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor. Bir süre sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör, Ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor: - Görevini yap!.. (Emrindekileri göstererek) Bu efendilere niçin bilet sormuyorsun? Emrindekiler cevap veriyor: - Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz!.. Ata hayretle: - Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim, diyor. Çok ayıp ve acayip bir usul. Çok güzel halkçılık!.. |
ATATÜRK “HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR” SÖZÜNÜ
NEREDE SÖYLEDİ? Atatürk dünya sorunlarını, metafizik yöntemlerle değil, bilimsel yöntemlerle çözmeyi düşünür ve isterdi. O, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Efendiler, Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, (vurdumduymaz) cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak demek değildir. Çok mesut bir duygu ile anlıyorum ki hitap ettiklerim bu gerçekleri anlamışlardır. Mutluluğum artıyor. Öğretmenlerimiz, eğitim ve öğretiminden sorumlu oldukları yeni nesli, gerçeğin ışıklarıyla donatılmış bir şekilde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu hepimiz için onur verici bir durumdur.” Atatürkçülük (Birinci Kitap) s.63 |
MİLLET ADAMIYDI
Asırlarca ihmal edilmesine, horlanmasına, cehalet ve yoksulluğa mahkum edilmesine karşın Türk insanının vatan sevgisi hiç azalmamış, yurdu ve milleti söz konusu olduğunda, her şeyi bir tarafa bırakarak vatan uğrunda ölmekten şeref duymuştur. Atatürk’ün en önemli güç kaynağı Türk milletinin bu özelliğiydi. O kendisi de vatana bir şeyler vermek arzusuyla yaşama isteği duymuş, ihtiyaç olduğunda canı dahil her şeyini vermekten asla çekinmeyeceğini çoğu kez düşünce ve eylemleriyle göstermiştir. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün vatan sevgisini yansıtması açısından güzel bir örnektir. Atatürk Milli Mücadele’nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rasgelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu: - Hocam, bu uçak nasıl uçuyor? - Ne bileyim ben?.. Öğretmediler ki bize? - Peki, sen ne bilirsin? - Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at, dersin atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, Paşam! Mustafa Kemal, bu söz üzerine, yaşaran gözlerini hocadan ayırmadan: - Var ol hoca!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de, milletin hiçbir arzusunu, hiçbir istediğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!.. diyebilmişti. |
MEKKE’YE ŞAPKAYLA GİRECEKSİN
Türk milletini dinsel hurafelerden ve bağnazlıktan kurtarıp Türkiye’yi çağdaş bir ülke durumuna getiren Atatürk, yaptığı yeniliklerin İslam dünyasının diğer ülkelerince de benimsenmesi için her fırsattan yararlanmıştır. Özellikle de kılık kıyafetle inanç arasında ilişki kurmanın yanlışlığını İslam ülkeleri halklarına göstermeyi amaçlamıştır. Çünkü giyimdeki bağnazlığın yıkılması düşüncedeki bağnazlığın yıkılışını kolaylaştırabilirdi. İnsanların giydiği kıyafetlerin dinsel olmadığını görmeleri bu konudaki inanç sömürüsünün ortadan kaldırılması açısından oldukça önemli olsa gerek. Atatürk, hiçbir zaman hoşgörü olsun diye başkalarının çağdışı yaklaşımlarını onaylamamış, daima bu tür ikiyüzlülük gösterisinden kaçınmış, doğruluğuna ve çağdaşlığına inandığı şeyleri ortamına bakmaksızın yapmıştır. O’na göre doğru olan; başkalarının yanlışlarını paylaşmak değil, başkalarını kendi doğrularında buluşturmaktır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün doğruluğuna inandığı ilkeleri savunmadaki ödünsüz kararlılığını yansıtması açısından önemlidir. Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk. Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl Türklerin bundan manevi bir hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı? Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Fakat daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini zanneden bir toplum ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı: - Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri uygarlaşmaktan alıkoyan batıl inançları yıkmak için Mekke’ye şapka ile gireceksin. Kara taassup seni parçalamağa bile kalksa, başını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin. Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti. |
GEÇMİŞ OLSUN
Atatürk her ortamda Türk milletinin onurunu temsil ettiği bilinç ve sorumluluğuyla hareket etmiştir. Türk milletinin onuru söz konusu olduğu durumlarda gerekeni yapmaktan asla kendini alıkoymamıştır. Aşağıdaki anekdottaki söz bu konuda ne ölçüde hassas olduğunu yansıtması açısından son derece önemlidir. Güya sözleriyle jest yaptığını düşünen Yugoslav Kralı’na, Yunanlıların başına gelen felaketi işaret ederek öyle bir bilgelikle ders vermiştir ki Kral söyleyip söyleyeceğine sanırım bin pişman olmuş olsa gerek. Yugoslavya Kralı Alexander Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Atatürk kralla odalarına çıkarlarken, Kral Alexander: - Size bir sırrımı söyleyeceğim, dedi. Biraz sonra misafir odasında koltuklara oturdular. Kral: - Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaadlerine inanmış olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık... Atatürk gülerek Kralın elini sıktıktan sonra: - Geçmiş olsun Kral Hazretleri! |
İŞTE O TÜRK
LİDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK |
paylaşım için teşekkür
|
Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 00:19 . |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Dizayn ve Kurulum : Makinist