05.08.11, 03:19 | #11 |
KESMIR Müslüman Kesmir Halki Yardim Bekliyor Asya kitasindaki pek çok Müslüman halk gibi Kesmir halki da 20. yüzyilin ikinci yarisini çatismalarla ve savaslarla geçirdi. Kesmir'in yaklasik 50 yildir barisi, huzuru ve istikrari yasayamamasinin baslica nedeni ise isgalci Hindistan yönetiminin baskilariydi. Kesmir altin, zümrüt ve yakut madenleri bakimindan dünyanin en önemli bölgelerinin basinda gelmektedir. Hindistan'in isgali altinda bulunan bölge, yüksek daglarin üstünde oldugu için tüm bölgeyi rahatlikla kontrolü altina alabilecek stratejik bir topraktir. Iste sahip oldugu bu stratejik önem ve yeralti zenginlikleri nedeniyle Kesmir, tarih boyunca pek çok ülkenin dikkatini çekmistir. Ancak Kesmir'in, bölge ülkelerinin bu kadar dikkatini çekmesinin en önemli nedeni Müslüman kimligidir. Bagimsiz bir Islam devleti olmayi ya da Islami bir kimlige sahip Pakistan ile birlesmeyi hedefleyen Kesmir'e, ne yillardir bölgedeki Islam düsmani politikalarin mimari olan Hindistan yönetiminin ne de Rusya'nin ve Komünist Çin'in izin vermeye niyetleri yok gibi görünmektedir. Kesmir halkina yapilan ekonomik ambargolarin, siddet eylemlerinin, sebepsiz tutuklamalarin, iskencelerin temel nedeni de Kesmir halkinin Müslüman kimligidir. Söz konusu güçler, böylece hem ekonomik hem de siyasi açidan güçlü bir Islam devletinin olusmasini engellemeyi hedeflemektedirler. Ayni sekilde Müslüman Pakistan yönetiminin de ambargolar ve uluslararasi baskilarla Kesmir halkina destek vermesi engellenmek istenmektedir. Kesmir Üzerinde Oynanan Oyunlar Hint Yarimadasi, II. Dünya Savasi'nin sonuna kadar Ingiliz egemenligi altindaydi. Ingiliz sömürgeciler alt kitayi terk ettiklerinde Hintli Müslümanlar Hindulardan ayri bir devlete sahip olmayi istediler ve Pakistan'i kurdular. Pakistan ve Hindistan arasinda nüfus mübadelesi yapildi; Hindistan sinirlari içinde yasayan çok sayida Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çogunlugu Müslümanlardan olusan Cammu/Kesmir eyaleti, Hint yönetiminin entrikalari ve Ingilizler'in de destegiyle Hindistan egemenliginde kaldi. O tarihten bu yana Kesmir halki Hint zulmü altinda yasadi. Kesmirli Müslümanlar Hint yönetimine direnmek ve bagimsizliklarini kazanmak istediler. Buna karsin Hint güçleri tarafindan, ülkede 1947, 1965 ve 1971 yillarinda üç büyük katliam gerçeklestirildi. On binlerce Kesmirli Müslüman öldürüldü, 4.000'den fazla kadin iskenceye ve tecavüze ugradi. Islami bilincin engellenmesi için din egitimi veren okullar kapatildi. (I) 1990 yilindan sonra ise Kesmir'deki soykirim ve asimilasyon hareketi en acimasiz seklini aldi. Insanlar sebepsiz yere gözaltina alinip, iskence altinda öldürüldüler. Evler kundaklandi, savunmasiz insanlara türlü baskilar uygulandi, gazete ve okullar kapatildi. Hint yönetimi sadece silahli saldirilara basvurmakla da yetinmedi. Tarim için kullanacagini açikladigi barajlari dahi Müslümanlara karsi iskence amaçli kullandi. Barajlari agzina kadar su doldurup, muson yagmurlari ile birlikte kapaklari birden açarak, bölgenin asagi kesimlerinde bulunan özgür Kesmir ve Pakistan'i sular altinda birakti. Bunlarin sonucunda binlerce insan hayatini yitirdi ve çok büyük maddi hasarlar oldu. 1993 yili Ekim ayinda Kesmir'in baskenti Sirinagar'da Hazratbal Camisi'ne karsi büyük bir saldiri gerçeklestirildi. Hindistan makamlarinin, Müslümanlarin askeri karargahi olarak nitelendirdikleri Hazratbal Camisi yaklasik bir ay süre ile kusatildi. Kusatma sirasinda 100'den fazla insan öldürüldü. 300 masum insan tutuklandi. Kentin elektrik ve suyu kesildi. Kesmir'de, Hint yönetiminin sürdürdügü vahsetin yanisira bir de mülteci sorunu yasanmaktadir. Asagida Kesmir'deki mülteci kamplarini ziyaret eden Kanal 7 muhabiri Sefer Turan'in aktardigi izlenimlere yer verilmistir. Yalnizca bu tasvirler dahi bir insanin vicdanini harekete geçirmek için yeterlidir. Söz konusu gazetecinin yazisinda, kamptaki hayat su sekilde tasvir edilmistir: Ambor mülteci kampi 1990 yilinda Cammu Kesmir'den kaçan Kesmirliler için kurulmus. Hayat standartlari normalin çok çok altinda. Küçük küçük toprak evlere insanlar adeta tikismis. Girdigimiz tek odali bir evde bir tek yatak var. Kaç kisi kaldigini sordugumuzda aldigimiz cevap "9 kisi". Kampta toplam 1.110 kisiden olusan 214 aile yasiyor. Hayat standartlarinin çok düsük oldugunu görmek için topraktan yapilmis evlerden bir tanesine girmeniz yeterli. Evler genelde iki odali. Odalarda birkaç tane kullanilamayacak çanak çömlek. Bir veya iki tane yatak. Yataklara yatak demek için bin sahit gerekli. Kösede oturmus bir anne, kucaginda bebegi. Kimi zaman içerisinde tutusturulmus üç bes dal parçasinin bulundugu toprak ocakta kaynayan bir kazan. Etrafta kuru veya yas yiyecek adina hiçbir sey yok! Ama utandigimdan hiçbir kazanin kapagini açma cesareti bulamadim. Hangi çadira girdiysek ortada ne yiyecek adina ne yatacak adina hiçbir sey görmedik! Çadirlarin birinde ortada yerde küçük eski bir bez parçasi seriliydi. Belli ki yatak olarak kullaniliyordu. "Bu çadirda kaç kisi kaliyor?" diye sordugumda aldigim cevap "11 kisi" idi... Ve disarida yine tek tük kaynayan bir saç kazan! (II) Yukarida verdigimiz örnek dünyanin dört bir yaninda yasanan mülteci dramlarindan sadece bir tanesidir. Filistin'deki milyonlarca mültecinin, Kosova Savasi sirasinda mülteci durumuna düsen bir milyona yakin Müslümanin, yine yüz binlerce Çeçen mültecinin yasam sartlari bundan çok daha kötüdür. Iste tüm bu olaylarda, Allah'a iman eden vicdanli insanlarin çikarmalari gereken hikmetler vardir. Yeryüzündeki her olay insanlarin denenmesi için bir hikmet ve hayirla yaratilmaktadir. Inananlarin, yukarida anlattigimiz denemelerden çikarmalari gereken hikmet ise, Allah'in varligini ve Kuran ahlakinin güzelliklerini tüm dünyaya anlatmanin ne kadar önemli oldugu gerçegidir. Bu gerçek karsisinda yapmalari gereken ise, insanlari kötülükten men etme, onlara iyiligi emretme ve Allah'i inkar eden her türlü akima karsi fikri bir mücadele yürütme görevlerini yerine getirmektir. Bunun neticesinde Allah'tan korkan, güçlü vicdana sahip insanlar ortaya çikacak ve tüm zalimlikler birer birer ortadan kalkacaktir. Insanlara zulmedenler ise yaptiklarinin karsiligini hem dünyada hem de ahirette eksiksiz olarak alacaklardir. Allah bu gerçegi bir ayette su sekilde bildirir: Gerçekten Allah'a ve Resûlü'ne karsi (onlarin koyduklari sinirlari tanimayip kendileri sinir koymaya kalkismakla) baskaldiranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltilmasi gibi alçaltilmislardir. Oysa biz apaçik ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardir. Allah, hepsini diriltecegi gün, onlara neler yaptiklarini haber verecektir. Allah, onlari (yaptiklariyla bir bir) saymistir; onlar ise onu unutmuslardir. Allah, herseye sahid olandir. (Mücadele Suresi, 5-6) Bu mücadelenin temeli ise her türlü zulmün, çatismanin, kaosun altindan çikan dinsiz felsefeler ile yapilacak olan fikri mücadeledir. Barisi, uzlasmayi, sevgiyi, sefkati temel alan bu mücadele, insanlarin vicdanlarini harekete geçirecek ve mazlum insanlarin zulüm görmelerini engelleyecektir. Böyle bir mücadelenin varacagi sonucu ise Allah, Enbiya Suresi'nde bizlere söyle müjdelemistir: "Hayir, biz hakki batilin üstüne firlatiriz, o da onun beynini darmadagin eder. Bir de bakarsin ki, o, yok olup gitmistir. (Allah'a karsi) Nitelendiregeldiklerinizden dolayi eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18) Dünyanin Görmezlikten Geldigi Bir Zulüm Hindistan'in Kesmir'de bu denli büyük bir baski politikasini elli yili askin bir süredir rahatlikla sürdürebilmesi, Bati'daki bazi çevrelerden aldigi açik ve kapali destegin bir sonucudur. Kesmir'deki Müslümanlar, Birlesmis Milletler'in hiçbir güvenilirligi olmayan kararlari sonucunda Hindularin baskici yönetimine terk edilmislerdir. Nüfusunun tamamina yakini Müslüman olan Kesmir'in, bagimsiz olma çabasi ve Pakistan'in buna verdigi hakli destek, Bati'nin haksiz politikasi ile baltalanmistir. Bati ve özellikle de Amerikan medyasi Hindistan'in yanindadir. Dikkat edilirse, büyük Amerikan gazeteleri Kesmir'deki vahsete hemen hiç deginmezler. Degindiklerinde ise, bu haberi "Hindistan'a ait bir bölgedeki iç isyanin bastirilmasi" havasinda sunarlar. Örnegin New York Times, 22 Ocak 1990 tarihli sayisinda Pakistan'i Kesmir'deki "ayrilikçi" Müslüman gruplari destekleyerek "ülkedeki istikrari bozmak"la suçlayan bir yorum yayinlamis ve Pakistanlilarin büyük tepkisini almisti. (III) Tüm Bati medyasinda bu tür yorumlara sik sik rastlamak mümkündür. Son yillarda ise bölgedeki Hint yönetimi baski ve asimilasyonu siddetlendirmistir. Bir de hükümetin kontrol edemedigini söyledigi, oysa aralarindaki anlasmazligin "danisikli dövüs" seklinde oldugu herkesçe bilinen "fanatik Hindu örgütleri" vardir. Bu örgütler, Babür Sah Camisi katliaminda oldugu gibi, Kesmirli Müslümanlarin tamamen yok edilmesini hedeflemektedir. Peki bu durumu nasil açiklayabiliriz? Acaba neden Amerika ve onun paralelindeki Birlesmis Milletler gibi Batili güçler Kesmir halkini Hindistan baskisi altinda birakmayi, Hint terörüne destek olmayi israrla sürdürmektedirler? Bu sorunun cevabi dünya üzerindeki pek çok ülkede ve uluslararasi örgütlerde mevcut olan Islam karsiti lobilerdir. Sonuç olarak, Kesmirli Müslümanlar yarim yüzyildir yalnizca Hindistan'la, ya da radikal Hindu örgütleriyle degil, ayni zamanda bunlari perde arkasindan destekleyen Batili güçlerle de savasmaktadir. Batili güçlerin olaya dahli, özellikle propaganda boyutunda ortaya çikmaktadir. Kesmirli Müslümanlara karsi uygulanan vahset feci boyutlardadir. Ancak tarih boyunca oldugu gibi, günümüzde de türlü propaganda yöntemleriyle Kesmir ve bölgesinde yasananlar, insanlara çok farkli sekilde aksettirilmektedir. Uygulanan zulümler, iskenceler, masum insanlara yapilan baskilar gizlenmekte, sonuçta tüm dünya olan bitenler karsisinda sessiz kalmaktadir. Insan haklari örgütlerinin hazirladiklari raporlar adeta yokmus gibi davranilmaktadir. Hint zulmüne karsi direnen, kendi topraklarinda baris içinde yasamak için mücadele veren Kesmirliler dünyaya radikal terörist gruplar olarak tanitilmaktadir. Basta da belirttigimiz gibi, Pakistan'in ise bu gruplari destekledigi, eger Pakistan'in telkin ve kiskirtmalari olmasa Kesmir ve Hindistan arasindaki sorunlarin kisa sürede asilacagi iddia edilmektedir. Bu nedenle de sorunlara neden olarak Müslüman Pakistan yönetimi gösterilmekte ve bu ülkelerin Batililar tarafindan güçlü bir sekilde baski altina alinmasinin sorunlari çözmede yardimci olacagi söylenmektedir. Aslinda bu, söz konusu Islam karsiti lobilerin Kesmir üzerindeki politikalarinin yeni çizgisidir. Pakistan'in, ambargo ve terörist ülkeler listesine dahil edilme tehditleriyle ya da Batili ülkelerin yüklü kredilerini kesme dayatmalariyla Kesmir davasindan uzaklastirilmasi, yalniz kalan Islam topragi Kesmir'in de bir hamlede düsürülmesi demek olacaktir. Oysa yarim asira yakin bir zamandir Hint zulmüyle karsi karsiya kalan Kesmir halkinin tek dilegi, dinlerini rahatça yasayabilecekleri, insanlarin sadece Müslüman olduklari için zulüm görmeyecekleri, çocuklarini baris ve güven içinde büyütebilecekleri bir topraga sahip olmaktir. Kesmirli Müslümanlarin bu en mesru haklarindan dahi yoksun birakilmalari, dahasi türlü iskencelere maruz kalmalari, dinsizlige karsi Islam'i güçlendirmenin ve vicdanli insanlari bilinçlendirmenin ne kadar acil ve önemli bir görev oldugunu bize bir kez daha göstermektedir. Kuskusuz bu olaylar karsisinda vicdan sahibi insanlarin duyarsiz kalmasi, bunlari görmezlikten gelmesi mümkün degildir. Yasanan haksizliklarin gündemde tutulmasi, yeryüzünde huzurun, barisin ve adaletin ancak Kuran ahlakinin yasanmasi ile mümkün olacaginin tüm insanlara anlatilmasi günümüzde en önemli sorumluluklardan biridir. Ayrica inananlarin Allah'in yardimi ile müjdelenmesi, zalimlerin ise tevbe etmedikleri sürece karsilasacaklari son ile korkutulmalari da Müslümanlar için bir ibadettir. Bir ayette zalimler ile iman edenlerin alacaklari farkli karsilik söyle haber verilmistir: Süphesiz biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatinda ve sahitlerin duracaklari gün elbette yardim edecegiz. Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar saglamayacagi gün; lanet de onlarindir, yurdun en kötüsü de. (Mümin Suresi, 51-52) Notlar: I- Hilal ed-Dawli, Mayis 1992 (Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayincilik, Subat 1996, s. 730) II- III- New York Times, 22 Ocak 1990 Kaynak: Harun Yahya, Zulmün tarihi ww.uydulife.tv
__________________
|
|
05.08.11, 03:30 | #12 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
DOĞU TÜRKİSTAN - 20. yüzyılda dünyaya dehşet saçan ideolojilerin başında komünizm gelmekteydi. Karl Marx ve Friedrich Engels isimli iki Alman felsefecinin fikirlerine dayanan bu ideolojinin, Lenin, Stalin, Mao gibi zalim liderler tarafından uygulanmaya konmasıyla, dünya tarihinin en büyük kıyım ve katliamları gerçekleştirildi. Komünist Çin Yönetimi'nin Gizlediği Büyük Zulüm Her ne kadar Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla komünizmin siyasi bir rejim olarak çöktüğü kabul edilse de, komünist ideoloji ve uygulamaları -gizli veya açık- hala devam etmektedir. Bugün Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türkler, hala Maocu Kızıl Çin rejiminin zulmü altında yaşamaktadırlar. Batılı ülkeler ise, Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve duymazlıktan gelmektedir. Doğu Türkistan'da Çin Zulmü Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşamaktalar. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış topraklar" anlamına gelen "Sincang" adını koydular ve burayı kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Komünist rejim, asimile olmayı reddeden Müslümanların fiziksel olarak imhasına yöneldi. Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlardaydı. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin; 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin; 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin; 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından katledildi ya da rejimin doğurduğu kıtlık sonucunda öldü. Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakıldı. Doğu Türkistan'ın uzun süre sürgünde yaşayan merhum lideri İsa Yusuf Alptekin, Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan adlı kitaplarında söz konusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatır. Bu kitaplarda anlatıldığına göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar, Sırpların, Bosna'da Müslüman Boşnaklara veya Kosova'da Arnavut çoğunluğa uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin mahkemelerinin "ceza" yöntemleri de son derece acımasız ve vahşicedir. Diri diri toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi "ceza"lar uygulanmıştır. Asimilasyon ve Köklü Bir Kültürü Yok Etmeye Yönelik Uygulamalar Komünist rejim, 1949 yılından itibaren, bir yandan Müslümanları imha ederken bir yandan da bölgeye sistemli bir biçimde Çinli göçmen yerleştirdi. Çin hükümetinin 1953 yılında başlattığı bu kampanyanın etkisi son derece düşündürücüdür. 1953 yılında bölgede %75 Müslüman, %6 Çinli yaşarken bu oran 1982 yılında %53 Müslüman, %40 Çinli'ye yükseldi. 1990 yılında yapılan nüfus sayımında ulaşılan %40 Müslüman, %53 Çinli nüfus oranı bölgedeki etnik temizliğin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir. Bugün ise Uygurlar köylerde oturmaya zorlanırken, Çinliler şehirlere yerleştirilmektedir. Bu sebeple bazı şehirlerde Çinli nüfus %80'lere çıkmaktadır. Hedef, şehirlerde Çinlileri çoğunluk haline getirmektir. Çin Hükümeti'nin Doğu Türkistanlıları Çinlilerle evlendirmek için uyguladığı yöntemler ise bu asimilasyon çalışmalarının bir parçasıdır. Bu arada Çin yönetimi, Doğu Türkistanlı Müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştır. İlk olarak 16 Ekim 1964 tarihinde başlatılan nükleer denemelerin olumsuz etkileri yüzünden bölge insanı ölümcül hastalıklara yakalanmış, 20 bin özürlü çocuk dünyaya gelmiştir. Nükleer denemeler nedeniyle ölen Müslüman sayısının 210 bini bulduğu bilinmektedir. Binlerce insan ise ya sakat kalmış ya da kanser gibi hastalıklara yakalanmıştır. Çin 1964'den günümüze kadar Doğu Türkistan topraklarında elliye yakın atom ve hidrojen bombası patlatmıştır. İsveçli uzmanlar, 1984 yılında yapılan yeraltı nükleer denemesinde kullanılan bombanın Richter ölçeğiyle 6.8 şiddetinde yer sarsıntısına sebebiyet verdiğini tespit etmişlerdir. Zulmün Asıl Nedeni: İslam Düşmanlığı Çin'in, Doğu Türkistan'daki halka uyguladığı zulmün en önemli nedeni halkın Müslüman olmasıdır. Çünkü komünist Çin, bölge üzerindeki hakimiyet ve sultasını kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslami kimliğini görmektedir. Halkı dininden vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemini kullanan Çin şovenizmi, en fanatik dönemini komünist diktatör Mao'nun 1966-1976 yılları arasında uygulattığı Kültür Devrimi esnasında yaşadı. Camiler yıkıldı, toplu ibadet yasaklandı, Kuran kursları kapatıldı ve bölgeye yerleştirilen Çinliler Müslümanları taciz etmek için her yolu denediler. Okullarda dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca bütün iletişim araçları vasıtasıyla insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri ise tamamen yasaklandı. Buna rağmen halkın İslami kimliği yok edilemedi.21 Günümüzde Müslüman halka uygulanan sindirme ve baskı yöntemlerinden biri ise eğitim alanında kendini göstermektedir. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çince'dir. Bu üniversitelerde okumasına imkan tanınan Müslüman öğrencilerin oranı ise ancak %20'dir. Ekonomik güçlükler ise, Müslüman halkın eğitim seviyesini düşüren önemli bir etkendir. Çince eğitim yapan orta dereceli okullar gelişmiş imkanlara sahipken, Uygur okullarında sıra bile bulunmamaktadır. Okullarda din dersi programlarının esası ateizm üzerine bina edilmiştir. Otuz yılda dört defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine bölgedeki Müslümanlara yapılan asimilasyon uygulamalarının bir parçasıdır. Mao, kültür devrimine rağmen Çin alfabesine dokunmazken, Uygur alfabesini İslam harflerinden Kirilce'ye çevirmiştir. Bir müddet bu alfabe kullanıldıktan sonra Latin harflerine geçilmiş, ancak bu defa da Türkiye ile kültür köprüleri kurulmasın diye tekrar İslam harflerine dönülmüştür. Alfabe ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale getireceği ise açıktır. Komünist Çin'in Uzakdoğu'daki Anti-İslami Rolü Doğu Türkistan'da Müslüman Türklere yönelik zulüm şiddetle devam etmektedir. Çin resmi görevlileri, Türk gençlerini potansiyel olarak rejim karşıtı görerek sebepsiz yere evlerinden toplamaktadır. Gençler ise, bu zulümden kurtulmak için dağlara veya çöle kaçmaktadır. 1996 yılından beri on binlerce Uygur Türkü, kamplarda tutulmaktadır ve bu kamplardakilere ağır işkenceler yapıldığı bilinmektedir. Bir insan hakları örgütünün resmi yazısında da belirtildiği gibi sanıklar, tek celsede biten davalarda ya kürek cezasına mahkum edilmekte ya da meydanlarda infaz mangaları tarafından kurşuna dizilmektedir. Çünkü mahkemeler, komünist partinin talimatı ile çalışmaktadır. En dehşet verici olansa hamile kadınların evlerinden alınarak gayrı sıhhi şartlarda kısırlaştırılmaları, sınırlama fazlası doğan bebeklerin ailelerine rağmen öldürülmeleridir. 1997 yılının Şubat ayında patlak veren olaylar sırasında yaşananlar ise, Çin zulmünün bir özeti niteliğindeydi. Çin milis güçleri, 4 Şubat'a rastlayan Kadir gecesinde, Kandil nedeniyle bir mescitte toplanan 30'un üzerindeki kadını, Kuran okurlarken demir sopalarla dövdüler ve sürükleyerek emniyet merkezine götürdüler. Mahalle sakinleri ise merkeze giderek kadınların serbest bırakılmalarını istedi. Bunun üzerine işkence ile öldürülen 3 kadının cesedi önlerine atıldı ve galeyana gelen halk ile Çinliler arasında çatışmalar başladı. 4-7 Şubat arasında 200 Doğu Türkistanlı hayatını kaybederken, 3 500'den fazlası kamplara kapatıldı. 8 Şubat sabahında ise bayram namazı için camilerde toplanan halkın namaz kılması güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine çatışmalar tekrar alevlendi ve sonuç olarak Nisan-Aralık 1996 arasında 58 bin olan tutuklu sayısı, bir anda 70 bini geçti. 100 kadar genç meydanlarda kurşuna dizilirken, 5 bin Uygur Türkü çırılçıplak soyularak 50'şer kişilik gruplar halinde meydanlarda teşhir edildiler. Batılı güçler ise her zamanki gibi tüm bu vahşete karşı tepkisiz kaldı. Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar, Birleşmiş Milletler'in koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. Birleşmiş Milletler'e yapılan tüm başvurular geri çevrilmektedir. 25 milyon Doğu Türkistanlı Müslüman, halen Çin baskısı altındadır ve dünya bu zulme göz yummaktadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır ve bazıları hapishanelerde "kaybolmuş" durumdadır. Tutuklulara işkence yapılması ise artık sıradan bir olay haline gelmiştir. Doğu Türkistan'daki bu vahşeti engellemek için, öncelikle Doğu Türkistan gerçeğini dünyaya duyurmak ve Çin'in bu konuda geri adım atmasını sağlayacak bir uluslararası yaptırım sağlamak gerekmektedir. Çünkü Doğu Türkistan'daki vahşetin en garip yönü, dünyada hemen hiç bilinmemesi ve anılmamasıdır. Çin, kapalı kapılar ardında katliam yapmaktadır ve mazlum Doğu Türkistan halkı dünyaya sesini duyurma imkanlarına sahip değildir. Dünya insanlarının elbirliğiyle Doğu Türkistan davasına sahip çıkması zorunludur. Doğu Türkistan'da yaşanan bu vahşetin ve zulmün temelinde, komünist Çin'in sahip olduğu dinsiz felsefenin olduğu unutulmamalıdır. Savunmasız bir halka karşı yöneltilen bu insanlık dışı savaş, materyalist ve dinsiz komünist düşüncenin bir sonucudur. Komünizmin acımasız liderleri 20. yüzyılda, arkalarında kanlı bir ideoloji ve milyonlarca ölüyü bırakmış, vahşi katliamlara imza atmışlardır. Doğu Türkistan bu örneklerden sadece bir tanesidir. Bu belaların tekrar insanlığa zarar getirmelerini engellemenin tek yolu ise, komünizm gibi dinsiz ideolojilerle fikri mücadeleden geçmektedir. Komünist ideolojinin temel dayanaklarının ortadan kaldırılması, komünist zulme de dur demede ilk adım olacaktır. Kitabın ilk bölümünde de vurguladığımız gibi, komünist ideolojinin temel dayanağı Darwinizm'dir. Marksist felsefenin kurucusu olan Karl Marx Das Kapital adlı yapıtını hayran olduğu Darwin'e ithaf etmiştir. Dünyaca ünlü Marksist-evrimci bilim adamı Stephen Jay Gould da Ever Since Darwin adlı kitabında şunları yazmıştır: ... Marx ile Darwin yazışırlardı ve Marx, Darwin'e büyük saygı gösterirdi... Aslında Darwin ... bir devrimciydi.22 Komünist Çin'in lideri Mao ise, bir söylevinde, "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve evrim teorisine dayanmaktadır" diyerek, uyguladığı vahşetin dayanağını açıkça ifade ediyordu.23 Marksizm bağlılarının bu sözleri, geçmişte Rusya, Çin gibi ülkelerde yaşanmış olan ve bugün Çeçenlere, Doğu Türkistan'daki Müslümanlara yapılan acımasız zulmün arkasında yatan ideolojinin Darwinizm olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu zulmün sona ermesi, dünyada barış ve huzurun hakim olması için Darwinist iddiaların geçersizliğinin ortaya konması gerekmektedir. (Darwinizm'in bilimsel ve ideolojik çöküşü için bkz. Evrim Yanılgısı bölümü) Notlar: 21- İsa Yusuf Alptekin, Unutulan Vatan Doğu Türkistan, Seha Yayınları, İstanbul 1999, s. 160 22- Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin, W. W. Norton & Company, 1992, s. 26 23- K. Mehnert, Kampf um Mao's Erbe, Deutsche Verlags-Anstalt, 1977 Kaynak: Harun Yahya, Zulmün tarihi ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:31 | #13 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
Uyandırılmayı bekleyen toprak: SİBİRYA
Ahmet Miroğlu Uyuyan Topraklar Bir görüşe göre Sibirya ismi Tatarca “Uyuyan Topraklar” anlamına geliyor. Bu anlam bizce çok manidar. Çünkü bazı mutasavvıflara göre isimler ezelde takdir edilmiştir ve isimle isimlendirilen şey (müsemma) arasında manevi bir bağlantı söz konusudur. Yani isim, bir noktaya kadar belli bir düzeyde insan, canlı ve cansız her ne ise “alem” olduğu o şeyin karakterini, ruh dünyasını yansıtır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz s.a.v. isimlere çok önem vermiş ve islâmî anlayışa uygun olmayan isimleri hemen güzel isimlerle değiştirmiştir. Bu açıdan, Sibirya’nın ismiyle müsemma bir yer olduğunu düşünüyoruz. Sibirya, senenin büyük bir kısmını kar ve buz altında geçiren bir toprak parçasıdır. Bu nedenle böyle bir yere kim itibar gösterir diyebilirsiniz. İşte bu yazıda bu kar ve buz ülkesine kimlerin itibar ettiğinin cevabını bulacaksınız. Ne yazık ki müslümanlar, İslâm’ı kuzey kutbuna kadar taşıyan kahramanlarının, onların faaliyetlerinin ve tarihlerinin bilgilerinden uzak kalmışlardır. En acısı da karlar ve buzlar arasında ve Rus baskısı altında dinlerini yaşama çabası veren kardeşlerinden habersizdirler. O kadar ki, elimizdeki rakamlar eskinin eskisidir. Yani kaç kişi olduklarını bile tam bilmiyoruz. Bununla kalsa iyi. Neye ihtiyaçları olduğundan, nasıl haberleşileceğinden, hangi konularda yardımlaşılacağından da habersiziz. Uyuyan, topraklar mıdır yoksa müslümanların gönülleri mi? Ne dersiniz?.. Sibirya ve İslâmiyet İslâm tarihçileri, Sibirya’dan ilk defa 14. yüzyılda söz etmeye başlamışlardır. Tarihçi Reşidüddin et-Tabib, bilim çevrelerince ilk dünya tarihi kabul edilen ve miladî 1312 yılında tamamlanan Cami’u- ’t-tevarih adlı eserinde Sibirya’dan sözeder. O zamanlarda Rusların Sibirya’dan haberleri bile yoktur. Sibirya ismini ilk defa yaklaşık yüzyıl sonra 1407’de duyacaklardır. İslâm’ın Sibirya’da ne zaman yayılmaya başladığı ise bugüne kadar tam olark tespit edilememiştir. Fakat Batı Sibirya’nın, 9. asrın başlarından beri İslâm ülkesi olan Bulgar Hanlığı ve daha 7. asırda müslüman olmuş Harizm ile ilişki içinde olduğu bilinmektedir. Karadeniz’in kuzeyini vatan edinen ve Karahanlılarla eş zamanlı kabul eden İdil (İtil, Volga Bulgar) Hanlığı ülkemizde maalesef yeterince tanınmamaktadır. 10 bin civarında mescid ve medreseye sahip bu devlet bölgeye yüzyıllarca hükmetmiştir. Müslümanların yüzakı tüccarlar Sibirya, samur, kara tilki, sansar ve tiyin kürkleri sağlayan bir ülke olarak çok eski zamanlardan itibaren Orta Asya ve Bulgar tüccarlarının ilgisini çekmekte idi. Harizm ve Buhara tüccarları büyük kervanlarla Kıpçak bozkırlarını aşarak Batı Sibirya’daki İrtiş, Tobol ve İşim (İçim) ırmakları boyundaki şehirlere ve göçebelerin kaleler yakınında kurdukları panayırlara giderlerdi. Bu panayırlarda kürklerin yanı sıra mors ve buzların altından çıkarılan mamut dişleri de önemli ticaret emtiası arasında yer alırdı. Ticaret amacıyla gelen tacirler bölge halkını etkilemekteydi. Hatta tuhaftır, o devre ait paraların bir yüzünde “lâ ilâhe illallah”, diğer yüzünde de Meryem Ana resimleri yer alıyordu. İslâmiyet, Maveraünnehir ve Harizm’e yerleştikten sonra, onuncu yüzyılda kuzeye doğru Taraz (Talas) ve aşağı Sırderya’da Yenikent (Cend) şehirlerine ulaşmıştı. Sâmânoğulları’ndan İsmail Han, 280/894 yılında Taraz şehrini fethedip Kilise-i Buzurg’u (büyük kilise, dom) camiye dönüştürmüştü. Yerli yöneticiler daha o zaman müslüman olmuşlardı. Fakat yine de 13. asır başlarına kadar Cend ve Çu Irmağı Suğur-ı İslâm (İslâm serhat boyu) olarak kalmıştır. Maalesef Karahanlılar ve Harizmşahlar zamanında İslâm’ın kuzey sınırları Sâmânoğulları devrindeki hattan ileri gidememişti. Ancak Yedisu’da önemli kazanımlar olmuştu. Buralar Nereler? Kazakistan’ı ya da Kazan’ı şöyle ya da böyle az çok bilirsiniz. Ohotsk Denizi ile Sahalin’i de bilir misiniz? Ya Yakutsk ve Tobol’u? Omsk ve İşil (İç İl?) isimleri sizce bir anlam ifade ediyor mu? Öyleyse bir atlas açın veya önünüze bir dünya haritası serin. Lütfen bir kez daha dikkatlice bakın. Japon Denizi’nin üstündeki Sahalin’i ve Ohotsk Denizi’ni gördünüz mü? Dünyanın öbür ucu... Şimdi biraz batıya kayın. İşte Yakutsk. Biraz daha batıya, hafif güneye gelin; işte İrkutsk da orada. Batıya kaymaya devam edin. Önce Tomsk, sonra da Omsk ve Tobolsk çıkacak karşınıza. En son da Kazan. Sibirya’yı en doğusundaki Ohotsk Denizi’nden, en batısındaki Finlandiya’ya kadar boydan boya geldiniz demektir. Müslümanlar yukarıda isimlerini sıraladığımız bu büyük şehirlerde daha kalabalık sayıda olmak üzere, daha başka irili ufaklı yerleşim birimlerine dağılmış durumdadırlar. Yani Sibirya bir uçtan öbür uca -elhamdülillah- müslüman kaynamaktadır. Ve bu müslümanlar şu veya bu şekilde 770’ten 1656’ya kadar bu topraklara hakim olmuşlardır. Bütün bunları öğrendikten sonra heyecanlanmaz mısınız? Moğol istilası talihsizlik mi, şans mı? İslâm’ın kuzeye doğru yayılması, esas Moğol istilasından sonra olmuştur. Cengiz, istila ettiği toprakları oğulları arasında paylaştırdığında, Batı Sibirya Çuçi’nin payına düşmüştü. Bu dönemde müslüman Bulgar ve Harizm tüccarları Sibirya’yı bir baştan öbür başa dolaşmaya başlamışlardı. İşte bu ticari kervanlarla Harizm’den gelen İslâm mürşidleri de bozkırlarda ve Batı Sibirya’da halkı İslâm’a davet ediyorlardı. Hafız olan bu kimselere yöre sakini Türkler “abız” diyorlardı. İslâmiyet, Altınordu Devleti’nin İdil (İtil) boyundaki merkezinde yayıldığı kadar, buraya bağlı Gökordu’nun Sırderya’nın kuzeyindeki merkezi Sığnak şehrinde de yayılmaktaydı. Bu bölgeler tamamıyla Harizmlilerin kültürel etkisi altında idi. Bir asırdan beri İslâm’ı yaymaya çalışan Yesevî dervişleri de faaliyetlerine hız vermişlerdi. Altınordu Hanı Berke’nin (Börke. 1256-1266) müslüman olması, bütün bozkırlarda İslâm’ın büyük zaferler kazanmasını kolaylaştırdı. Daha sonra Özbek Han (1312-1342), bütün Çuçi ülkesini ele geçirip İslâm’ı devlet dini ilan etti. Buralardaki Türk boyları Özbek Han’ı benimsediler. Böylece Sığnak’tan itibaren bütün İrtiş havzası, Tundıra’daki İçtekler’in (Ostyaklar) bulunduğu sahaya kadar İslâm ülkesi olmuştu. Artık Sığnak şehri tamamen bir İslâm merkezine dönüşmüştü. Özbek Han devrinde Erzene (Erdene, Ertane), Otrar, Savran, Cend ve Barçınkent şehirleri medreselerle, tekkelerle (hangâh), camilerle ve hayır kurumlarıyla bezenmişti. Özbek Han’dan sonra Batı Sibirya, İslâm devletinin bir eyaleti haline geldi. Toktamış Han (1378-1407) Harizm’de eğitim görmüş bir müslümandı. Kendisini yenip Tümen şehrinde öldüren Emir Timur’un komutanı Edige (Edgü) Bey de kendisini evliya torunu olarak niteliyordu. Sibirya’yı Şıban oğullarından önce yöneten Taybuga soyu da müslüman bir hanedandı. Şah-ı Nakşibend’in de hedefi Sibirya Sibirya’da şöyle bir menkıbe nesilden nesile aktarılagelmiştir. Nakşibendîliğin piri Muhammed Bahaeddin k.s., 797/1394 yılında 366 şeyhi İrtiş boyundaki müşrikleri irşad için kuzeye, Sibirya’ya göndermiştir. Menkıbeye göre, Kıpçak diyarında Şıban Han bu şeyhlerin emrine 1700 asker vererek gaza-yı ekbere yollamıştır. O devirde İrtiş boyunda puta tapan Tatarlar, Kara Kıpçaklar ve İçtekler yerleşikti. Mürşidlerin çoğu, İrtiş Nehri ile bu nehrin kolları olan Tobol, Vağay, Yurum ve daha başka ırmaklarda şehit oldular. Geride kalanlar İslâm’ı öğretmek amacıyla Nogay ve Kara Kıpçaklar arasına İrtiş boyuna yerleştiler. Hâlâ Tobol, Tara ve Tümen’de onların neslinden hocalar ve şeyhler vardır. İslâm’ın Batı Sibirya’ya köklü bir biçimde yerleşmesinde rol oynayan hükümdarlardan biri de Küçüm Han (1563-1598)’dır. Hatta Rus tarihçiler, İslâm’ın Sibirya’ya onun sayesinde girdiği kanaatindedirler. Fakat biz yukarıda da anlattığımız üzere, Batı Sibirya’nın Küçüm Han’dan çok önceleri İslâmlaşmaya başladığını görüyoruz. Fakat Sibirya yerlilerinin çoğunun Küçüm Han zamanında müslüman olduğu gerçektir. İslâmiyet’in iyice yerleştiğini gören hükümdar, Buhara’dan din adamları getirilmesini istemiştir. Buraya gelen muhacirlere (mürşidlere) “sart” adı verilmiştir. Rus istilası biraz gecikseydi Sibirya’daki bütün Türkler ve Finler müslüman olacaktı 16. asırda başlayan Rus istilası bir asır daha gecikmiş olsaydı, belki de Sibirya’daki bütün Türk ve Fin kavimleri islâmlaşmış olacaklardı. Ruslar istila ettikleri yerlere büyük manastırlar yapıyor ve yerli halkı hıristiyanlaştırmak için yüzlerce misyoner getiriyorlardı. Üstelik müslümanlara karşı çok acımasızdılar. Buna rağmen Sibirya’da İslâmiyet sarsılmadı. Sibirya müslümanları bir asırdan fazla savaştılar. Sonunda Ruslar Sibirya’da İslâmiyet’i resmen tanımak zorunda kaldılar. 1794 yılında Tara şehrinde cami yapılmasına izin verdiler. 19. asrın başından bu yana, Sibirya şehirlerinin çoğunda cami veya mescid- mektepler yapılmaya devam etti. Bu bakımdan birçok şehir İslâm şehri niteliğine kavuştu. Troysk ve Kızılcar’da 6 cami 6 medrese, Simey’de 5 cami 5 medrese vardı. Tomsk ve Omsk gibi Sibirya’nın büyük yönetim merkezlerinde büyük ve muhteşem camiler yapıldı. En son 20. yüzyılın ilk yıllarında Abdürreşid İbrahim Efendi adlı ünlü İslâm alimi ve idealist gezgin, Sibiryalı müslümanlar hakkında değerli bilgiler vermiştir. (Dergimizin 1999 Nisan sayısında bu zatla ilgili bir yazı yayınlanmıştı). Ona göre yerli Türkler, iç Rusya’dan gelen müslümanlarla dil birliğinin de katkısıyla kısa zamanda kaynaşmışlardır. Müslümanlar aynı köyü paylaştıkları daha kalabalık nüfusa sahip Ruslardan daha etkindirler. Bu köylerde müslümanların mescit ve mektepleri olmasına rağmen, devlet desteğini arkasına alan Rusların ne kiliseleri, ne de mektepleri var. Açinsk, İrkutsk ve Vehneudinsk gibi şehirleri gezen Abdürreşid İbrahim Efendi, müslümanların İrkutsk’ta 1000 nüfuslu bir mahalleye, muhteşem camilere, erkek ve kız öğrencilerin ayrı ayrı eğitildiği mekteplere sahip olduklarını gözlemlemiştir. Sibirya’yı tanıyalım Sibirya, 12.800.000 km2 alana sahiptir ve hayal edilemeyecek genişlikte orman ve tayga (özellikle sivri yapraklı ağaçlardan oluşan Sibirya’ya has bir tür orman) alanlarını kapsar. Burada yaklaşık bir milyon göl, 53.000 nehir ve engin bir doğal kaynaklar deposu vardır. Her ne kadar kışın sıcaklık sıfırın çok altına düşse de, yazları gayet sıcak olabilmektedir. Sibirya- ’yı bir baştan öbür başa aşan Trans-Siberian Demiryolu, dünyanın en uzun demiryoludur. Hat, kurak kutup alanlarını, tundra ve stepleri aşarak Batı Avrupa’dan daha büyük bir araziyi ikiye böler. Kaynak: Semerkand dergisi, 02/2003 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:32 | #14 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
CEZAYIR - Bitmek Bilmeyen Baski ve Zulmün Kanli Bilançosu
8 Mayis 1945'de II. Dünya Savasi'nin sona ermesi vesilesiyle yapilan kutlamalar esnasinda halk Cezayir bayragi açinca, ortalik bir anda kan gölüne döndü. Fransiz askerleri Cezayir bayragi tasiyan kutlamacilarin üzerine ates açti ve 40 kisiyi gözünü kirpmadan öldürdü. Bu vahset bölgedeki diger Müslümanlar arasinda büyük tepkilere neden oldu, gösteriler büyüdü, Fransa ise buna karsilik vahsetin dozunu artirmaya karar verdi. Ordu birlikleri sivil halkin üzerine rastgele ates açmaya basladilar. Sonunda, Amerikan kaynaklarinin rakamlarina göre yaklasik 45 bin Cezayirli Müslüman bu olaylar esnasinda can verdi. Pek çogu da yaralandi. Tarihe Setif Katliami olarak geçen bu olaylari takiben Fransizlarin kati ve baskici rejimi tekrar uygulamaya konuldu. Tüm siyasi faaliyetler yasaklandi. Binlerce Cezayirli hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklandi. Cezayirliler bir kez daha sömürgecilerin zulmünü aci bir tecrübeyle görmüs oldu. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:32 | #15 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
PERU'DA ISLÂMIYET “Bolluk ülkesi” Islâm'in dogdugu Arabistan nere, Güney Amerika nere?.. Arada binlerce kilometrelik mesafe, derin, karanlik, kabardi mi önünde durulmaz okyanuslar... Ve bati sahillerinde kitanin üçüncü büyük ülkesi. Büyük Okyanus kiyisinda And daglari boyunca uzanan 1.285.216 km²'lik bir ülke. Kuzeybatidan Ekvator, kuzeydogudan Kolombiya, dogudan Brezilya ve Bolivya, güneyden Sili, batidan da Büyük Okyanus ile çevrili. Adini Keçuva yerli dilinde “bolluk ülkesi” anlamina gelen bir sözcükten alir. 12. ve 16. yüzyillar arasinda And daglarinda büyük bir imparatorluk kuran Güney Amerika'nin yerli halki ünlü Inkalar'in besigi olan ve bu imparatorlugun “Kayip Vadi”sinin kalintilarini barindiran bu ülkenin adi Peru'dur. Simdilik bizi Peru'nun tarihi geçmisinden çok, Islâmi kimligi ilgilendiriyor. Ne mutludur ki, okyanus asiri, binlerce kilometre uzakliktaki bu ülke de Islâm'la tanisma serefine ermistir. Hem de günümüzden yüzyillar önce. Hilal parki Su anda önümde, herhangi bir Islâm ülkesinden alinmis gibi duran ve küçük bir açik hava mescidini veya minyatür bir sadirvani andiran bir yapinin fotografi var. Yerden birkaç basamakla yükselen parmaklikli haremiyle, Endülüs Islâm mimarisinin gözde renklerini andiran renkleriyle, piril piril güzelim mermer sütunlar üzerine kurulmus at nali kemerleriyle, kubbemsi sekizgen mimari biçimiyle, tepesini taçlandiran Islâm'in simgesi hilaliyle gözlere ziyafet çeken söz konusu bu fotograf acaba nerede çekilmis dersiniz? Peru'da çekilmis ve baskent Lima'da bulunan parkin bir bölümünü gösteriyor. Resmi, Perulu bir müslüman yayinlamis. Park, okyanusa çok yakin bir mevkide, Magdalena del Mar semtinde yer aliyor. Yapinin kesin insa tarihi maalesef bilinmiyor. Fakat Peru'ya yerlesen müslümanlarin geride biraktigi çok sayidaki tarihi mirastan birisi oldugu açik. Park bugün halen “El Parque de la Media Luna” (Hilal Parki) olarak aniliyor. Okurlarimiz, Amerika'yla Afrika arasinda Islâm'in neredeyse ilk çaglarindan itibaren yakin iliski ve baglantilar bulundugunu, müslümanlarin Amerika'yi Kristof Kolomb'dan çok uzun zaman önce bildigini, buraya dinî ve ticari amaçli ziyaretler yaptigini açikça ispatlayan bazi delillere kismen yer verdigimiz yazilari (mesela, Uzak Kita Amerika) hatirlayacaklardir. Bu açidan Peru'daki Islâm varliginin temellerini çok eski tarihlere indirgemek mümkündür. Fakat biz biraz daha yakin çaglara deginmek niyetindeyiz. Ilâhi tecelliler Ölüm gecesine “seb-i arus” (dügün gecesi) adini veren meshur sufi Mevlâna Celaleddin Rumi k.s., “Burada ölmeyi gördün ya, oradaki dogmayi da seyret!” buyurmustur. Insan, ilâhi tecellilerle karsi karsiya kalinca, gerçekten her ölüm bir dogus, her yikim bir yapim, her tahrip bir insa midir diye düsünmeden edemiyor. Peru'da Islâm'in ve müslümanlarin izini takip ederken, üç tatsiz olayin Islâmiyet'in Güney Amerika'ya yayilisina hizmet ettigini gördük. Insanlik tarihi, herhalde Ispanya Engizisyon mahkemelerinin müslümanlara yaptigi türden bir soykirim ve katliama nadiren sahit olmustur. Ölümün, yikimin, tahribatin ayyuka çiktigi korkunç karanlik bir dönemdi. Endülüs'ten adeta sökülüp atilan müslümanlarin neredeyse tamami Kuzey Afrika ve Osmanli topraklarina göç edip tasinirken, bir kisim müslüman da 15. yüzyildan itibaren saklica, kimliklerini gizleyerek, Islâm disi adlarla yeni kita Amerika'ya hicret etti. Bunlardan bir kismi da Peru topraklarina yerlesmis olmali. Kesin sonuçlara ulasmak için uzun ve yorucu bir dizi ciddi arastirmaya ihtiyaç var. Fakat Islâm'in Peru'daki bilinen tarihi, genelde Endülüslülerin gelisine endekslenmistir. Peru'ya damgasini vuran müslümanlar Müslümanlar, o dönemde “Moro” olarak adlandiriliyordu. Zamanla ülkenin giysi ve yemek kültürü, mimari unsurlari, siyasal ve sosyal sistemi üzerinde çok etkili oldular. Birçogu toplumda etkin konumlara yükseldi. Yakin dönemlere kadar müslüman kadinlar, mahalli dilde “las tapadas limeñas” (Limali Örtüsü) ismi verilen bir basörtüsü örterdi. Bu, sosyal eliti (yüksek sosyete) temsil eden Endülüs göçmeni müslüman hanimlarin ayirdedici özelligi idi. Bugün Lima'da meshur Limeños balkonlari da hâlâ mevcuttur. Söz konusu balkonlar, Arabesk stilde insa edilmistir. Bina cephelerinden disa tasan bu ahsap cumbalarin en büyük özelligi, müslüman hanimlara mahremiyeti zedelemeden (yabancilarca görülme endisesi olmadan) disariya bakma imkani sunmasidir. Lima caddelerinde gezinirken, insan Endülüs sokaklarinda yürüyor hissine kapilabilir. Islâm mimarisi sehre damgasini bu denli vurmustur. Endülüslülerin ardindan Afrika'nin kuzey ve bati bölgelerinde yakalanip kölelestirilen müslümanlar geldi. Buralara yerlesmek ellerinde degildi. Çünkü köleydiler. Inançlarini açiklayamayan ve ibadetlerini yerine getiremeyen bu müslümanlar arasinda, bir iki nesil sonra maalesef Islâm'dan eser kalmadi. Lima'daki hayat tarzi Islâm'dan çok etkilenmesine ragmen, birçok müslüman dinî kimligini saklamak zorunda kalmis, ibadetine kiyida kösede devam etmis ve hiristiyanlarin tarifiyle “gizli müslüman” olarak varligini sürdürmeye çalismistir. Zamanla bu gizli mensubiyet de kaybolmus ve Islâm Peru'dan tamamen silinmistir. Tarihi belgelere göre, birkaç yüzyil sonra (1850-60 arasi) Latin Amerika kiyilarina çok sayida müslüman Arap akin etti. Bunlarin bir kismi da Peru'ya yerlesti, taninip sevildi, kisa zamanda kamusal ve resmi alanda etkin faaliyet göstermeye basladi. Islâmiyet, Peru'ya daha sonra 1940'larda öz vatanlarinda ugradiklari yahudi zulmünden kaçan Filistinli ve Lübnanli göçmen müslümanlar vasitasiyla ulasmistir. Bu müslümanlar genelde tüccardilar. Zamanla hatiri sayilir zenginler arasina karismis, fakat bu arada islâmî kimliklerini yitirmislerdir. Söz konusu göçmenlerin çocuklari ve torunlari bugün Peru'da hâlâ kalabalik bir nüfus teskil etmelerine ragmen, ne yazik ki çogunda Islâmiyet'ten eser yoktur. Islâm'la yeniden tanisma 1980'lerin baslarinda yurt disi seyahatlerine çikan ve müslümanlarla karsilasan Latinler, Islâm'a girmeye baslamislardir. Yeni müslümanlar kisa zamanda müslüman göçmenlerle, Latin topluluklari Islâm'a davet eden etkili birer tebligci halini almislardir. Ekonomik zorluklarla bas etmeye çalisan Latin müslümanlarinin mali kaynaklari sinirlidir. Lima'da yaklasik olarak 100 kadar Perulu yerli müslüman mevcuttur. Bu müslümanlar, son zamanlara kadar namaz kilabilecekleri ve diger Islâmî gerekleri yerine getirebilecekleri bir yere sahip degildiler. Daha önceleri Lima'nin varoslarindan Villa El Salvador'da bir mescit ve San Borja'da bir Islâm Okulu açmislardi, fakat söz konusu mescit bir yil kadar sonra mali yetersizlikler sebebiyle kapandi. Okul ise mutaassip bir hiristiyan olan sahibinin binasini müslümanlara kiralamak istemeyisi yüzünden kapanmak zorunda kaldi. Ardindan Jesus Maria semtinde ikinci bir mescit açmayi basardilarsa da, bir öncekinde oldugu gibi o da finansal sorunlar yüzünden kapandi. Müslümanlar yilmadilar ve sonuçta LAMU (Latin Amerikan Müslümanlar Birligi), onlara cemaatle ibadet edebilecekleri bir mescit açti. LAMU yetkilileri, bu mescide bir bilgisayar, faks, fotokopi makinasi, kaset çalar, televizyon, video kaset kayit cihazi, bir miktar mobilya saglayarak ve küçük bir kütüphane kurarak fonksiyonel bir büro eklemislerdir. LAMU yetkilileri, Lima cemaatine yardimci olma ve destekleme sözü de vermislerdir. Ayrica Tacna müslümanlari da kitap ve Islâmî materyal destegine ihtiyaç duymaktadirlar. *** Orasi Nere? Peru, genelde Costa (kiyi), Sierra (daglik) ve Montaña (ormanlarla kapli genis ovalik) diye üç cografi bölgeye ayrilir. Ülke topraklarinin beste üçünden fazlasini Montaña bölgesi teskil eder. Depremler ve yanardag patlamalari Peru'nun basini agritan dogal afetlerdir. Büyük Okyanus'a dökülen kisa irmaklari düzensiz akisa sahiptir. Ama bu çok sayidaki irmaklar, ünlü Amazon'u besler. Peru, koloni dönemindeki göçlere ve etnik karisima ragmen yerli nüfusun hâlâ agirlikta oldugu bir ülkedir. 28 milyon dolayindaki toplam nüfusun yüzde 47'sini daglik bölgede yogunlasmis olan Keçuva yerlileri olusturur. Aymaralarin (yüzde 5,4) yani sira, Amazon Havzasinda da çesitli yerli topluluklari yasar. Öteki iki büyük etnik topluluk ekonomik ve siyasal yasama egemen olan Iber-yerli karisimi (yani Müslüman Endülüs bakiyesi) Mestizolar (yüzde 32) ve beyazlardir (yüzde 12). Siyahlar ve Asyalilar (özellikle Japonlar) küçük azinliklar olarak varliklarini sürdürmektedir. Ispanyolca'nin yani sira Keçuva dili de resmi dil olarak taninmistir. Toplam nüfusun yüzde 70'i Ispanyolca konusur. Aymaralarin büyük çogunlugu kendi dillerini korumustur. Nüfusun yüzde 90'dan fazlasi Katolik mezhebine baglidir. Yerliler arasinda eski dinî geleneklerin izlerine hâlâ rastlanir. Peru, yeralti kaynaklari bakimindan son derece zengindir. Amazon Havzasi, kuzey kiyilarindaki çöller ve dar kita sahanligi, büyük petrol ve dogalgaz yataklarini barindirir. Titicaca Gölünün kuzeyinde zengin uranyum yataklari saptanmistir. Peru; demir, çinko, bakir, bizmut, kursun ve gümüs üretiminde dünyada ilk siralarda yer alir. Öteki önemli madenler arasinda altin, fosfat ve manganez sayilabilir. Okur yazarlik orani yüzde 80-90'lar civarinda, yüksek sayilabilecek bir düzeydedir. Egitim, okul bulunan yerlerde 6-15 yaslari arasinda zorunlu ve parasizdir. Yetiskinlerin egitimine ve teknik ögretime büyük önem verilmektedir. Ülkedeki üniversitelerin sayisi hayli fazladir. Lima'da bulunan San Marcos Üniversitesi (1551) Güney Amerika'nin en eski yüksek ögretim kurumudur. *** Peru Gezisi Asagida, San Fransisko'da egitim gören bes müslüman üniversite ögrencisinin baskent Lima'ya düzenledigi gezide edindikleri izlenimleri bulacaksiniz. “Lima'da bir mescit vardi. Mescit olarak kullanilan bina, müslümanlarca donatilmis, 20 odali büyük bir evdi. Baskent Lima'da tahminen 400 müslüman yasamaktadir. Peru'daki müslümanlarin çogu, ailelerine daha iyi ekonomik imkanlar saglamak ugruna vatanlarindan çikmis Filistinliler'le Suriyeliler'den meydana gelmektedir. Bunlar aradiklarini fazlasiyla bulmus gibidirler. Zira Peru'daki müslümanlarin çogu sanayicilikle ugrasan zengin kimselerdir. Fakat dinlerini tam yasamamalari sebebiyle Islâm'dan uzak bir görüntü sergiliyorlar ve çocuklari da ya gayri müslim veya sadece ismen müslüman. Genelde iyi yürekli ve misafirperver insanlar. Ama maalesef kendilerini Islâm'dan uzaklastirmislar. Bazi müslümanlar çok uzak yerlerden, mesela iki saatlik bir uçustan sonra gelinebilen, Sili yakinlarindaki Tacna'dan sirf bizleri görmek amaciyla geldiler. Yirmiden fazla Pakistanli müslüman, esleriyle birlikte bir otobüsle gelmislerdi. Hanimlar tesettüre uygun giysiler giymisler. Cuma namazinda hutbe genelde iki dilde, Arapça ve Ispanyolca okunuyor. Peru'da yasayan birçok müslüman, baslarindan geçenleri ve karsilastiklari güçlükleri asarak nasil müslüman olduklarini anlattilar. Bunlardan çogu, Islâm'in yayilmasi ugrunda samimiyetle mücadele edeceklerini belirttiler. Içtenlikleri hayranlik uyandiriciydi. Yeni müslüman olan Perulular ise, ülkelerinin islâmlasmaya ne kadar yatkin oldugunu anlatmaya çalisiyorlar. Islâm'i kabul etmis birkaç Perulu hanim da, modern dünyada Islâm'in kadinlara neler sunduguna dair sorular yönelttiler. Öte yandan, Peru'ya dünyevi gayelerle göç eden müslümanlarin, kendilerini buna fazlasiyla kaptirmalari sonucu, baskalariyla aralarinda hemen hiç fark kalmamis gibi. Filistin ve Suriye asilli bu insanlar, islâmî kimliklerini kaybedecek derecede erimisler. Islâmî yasantidan uzaklastiklari için bunlarin çocuklari da neredeyse gayri müslim haline dönüsmüsler. Son gün bir piknikte bulustuk. Gelenler, gayri müslim komsularini da çagirmislardi. Hosça zaman geçirdik. Iyi bir deneyim yasadik. Perulu müslümanlar bizlerden ayrilacaklari için üzgündüler. Ama elbette dünyada her seyin bir sonu vardir. Gezilerin de...” ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:33 | #16 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
HABERSIZ OLDUGUMUZ ISLÂM DIYARI: FILIPINLER AHMET MIROGLU Enformatik cehalet ve Islâm dünyasi... Büyük bir enformatik cehalet içinde yasiyoruz. Kitle iletisim ve hizli ulasimla dünyanin küçük bir köy haline gelmis olmasi, sanilanin ya da iddia edilenin aksine her seyden haberli olmak anlamina gelmiyor. Tam tersine gerçeklerin çarpitilma ihtimalinin yükselmesi, göz önünde olanlarin gizlenmesinin artmasi anlamina geliyor. Genelde itis-tikis esya doldurulmus karmakarisik bir odada, en orta yerde duran bir seyi arayip da bulamamak gibi bir hal yasiyoruz. Iste tam o anda hatalari ayiklama sansi elimizden uçup gidiyor ve gerçegi bir türlü ayirt edemiyor, çaresiz kendimizi enformasyon agini eline geçirmis sebekenin yönlendirmesine birakiyoruz. Ama farkina varmadan. Yönlendirme tipki harami gibi usulca, alabildigine sessiz geliyor. Mesela Filipinler desek, ne gelir akliniza? Uzakdogu Asya'da bir ülke oldugunu belki bilirsiniz. Yine belki Marcos'u da hatirlayabilirsiniz. Ya da magazinciler (yoksa çogunlukla kendileri de birer kurban olan “haberciler” mi demeli?) tarafindan yönlendirilmissek, Marcos'un karisi hakkindaki gereksiz bilgilerle donatilmis da olabiliriz: Kadinin eski bir güzellik kraliçesi olmasi, bir zaman fotomodellik ve mankenlik yapmasi, Marcos'un aklini basindan almasi, diktatörle yaptigi evlilik ve gardrobunu devlet parasiyla temin edilmis yüzlerce çift ayakkabi ile doldurmasi... gibi. Halbuki Filipinler genis anlamda müslümanlasmis , özellikle iki adasi (Sulu ve Mindanao) Islâm'in hakimiyetini ve devletlesmesini son dönemlere kadar getirebilmis sancili bir ülkedir. Islâm dini mensuplarinca 1450'de (Istanbul'un fethinden 3 yil önce) kurulan Sulu Devleti, 20. yüzyila dek ayakta kalma basarisini göstermistir. Günümüzde müslüman nüfus hâlâ bu iki adada yogundur. Müslümanlardan çok sonra buralara gelen Portekizliler, Ispanyollar, Ingilizler, Ruslar ve nihayet Amerikalilar... hiristiyanligi getirmis ve hakim kilmistir. Islâm ve müslümanlar niye gerilemis, bunlar neden ilerlemis?.. Gerçek nerede, dünya nerede? Ya biz neredeyiz?.. *** Bir ülke, iki mevsim Resmi adi Filipinler Cumhuriyeti. Pilipino dilinde “Republika Ng Pilipinas”. Büyük Okyanus'ta 7100 dolayinda ada ve adacik üzerine kurulu ülke. Adalari Luzon, Visaya grubu ve Mindanao adasi olarak üç gruba ayirmak mümkündür. Adalarin en büyükleri kuzeyde Luzon ve güneyde Mindanao'dur. Bu takimadalar ülkesine tropik iklim hakimdir. Güney Çin Denizi'ne bakan bati kiyilarinda her yil bir kuru, bir de yagmurlu iki (dört degil) mevsim yasanir. Kuru mevsim, Aralik-Mayis arasi dönemi, yagmurlu mevsim de yilin geri kalan bölümünü kapsar. Havanin en iyi oldugu dönem Aralik-Subat arasidir. Ülkenin toplam kara alaninin yaklasik yarisi ormanlarla kaplidir ve bunun büyük bölümünü de ticari deger tasiyan agaçlar olusturur. Filipinlerde 220 hayvan, 500 kus türü tespit edilmistir. Denizleriyle iç sularindaki balik çesitlerinin sayisi da en az ikibindir . Verimli topraklariyla Filipinler temelde bir tarim ülkesidir. Ekim alanlarinin büyük kismi pirinç üretimine ayrilmistir. Ikinci ürün büyük oranda ABD'ye ihraç edilen sekerdir. Filipinler metalik ve metal disi mineral kaynaklar açisindan zengindir. Filipinlerin Malay irkindan olan atalari, takimadaya kara Asya'sinin güneydogusundan ve bugün Endonezya'nin bulundugu bölgeden gelmislerdir. Ülkede ayrica küçük bir azinlik durumundaki Çinliler, Ispanyollar ve Hint kökenliler yasar. Yerli halk ise Aytalar ya da Balugalar adiyla da bilinen Negritolar idi. Filipinlerde 70-75 dolayinda dil ve lehçe konusulmaktadir. Bu diller geleneksel olarak 8 grupta toplanmistir. Filipinlerdeki en genis dinî grup olan Katolikler (yüzde 85-90), Filipin Bagimsiz Kilisesi'ni olusturan Aglipayanlari da kapsar. En büyük dinî azinliklar müslümanlar (% 4-15) ve Iglesia ni Kristo (Isa Kilisesi) adli mezhebin de içinde bulundugu protestanlardir. Budistler ve animistler küçük topluluklar olusturur. Adalar üzerinde rahmet esintisi Filipinlerin Islâmiyet'le ilk temasi 9. ve 10. yüzyillarda Kizildeniz'den Çin Denizi'ne kadar uzanan ve esas itibariyla müslümanlarin denetiminde bulunan milletlerarasi deniz ticaretine katilmasiyla baslar. Bu dönemde müslüman Arap tacirler inci, baharat, baga gibi mallari almak ve Borneo'dan Çin'e yaptiklari yolculuk sirasinda konaklamak için bazi Filipin adalarina ugruyorlardi. Tersila veya Silsila adi verilen Sulu secere kaynaklari, Tuan (Malayca “hoca efendi”) Mesaika adinda bir Arap tüccarinin Jolo (Colo) adasina geldigini ve burada idareci sinifa mensup bir ailenin kiziyla evlenerek putlara tapan yerli halkin Islâmiyet'i kabul etmelerini sagladigini belirtmekte, ancak bu konuda herhangi bir tarih vermemektedir. Islâmiyet'in Sulu'ya girisiyle ilgili ilk belge, Jolo (Buansa) adasindaki Jolo sehrinin birkaç mil uzaginda, eskiden Sulu sultanlarinin taç giydikleri Bud Dato'da bulunan ve Tuan (hoca) Makbalu adinda yabanci bir müslümana ait oldugu sanilan 710/1310-1311 tarihli bir mezar tasidir. Yine Tersilalar, Tuan Serif Evliya da denilen Kerim el-Mahdum adinda sufi bir Arap davetçisinin 1380 yilinda Jolo'ya gelerek mahalli idarecilerin izniyle diger Sulu adalarini gezip Islâm'i yaydigini ve Simunal adasindaki Tubig-Indangan sehrinde bir cami yaptirdigini belirtir. 15. yüzyil baslarinda Raca Baguinda Ali adinda Sumatrali müslüman bir prens küçük donanmasiyla Jolo'ya gelmis ve yerli bir prensesle evlenerek burayi ve çevresindeki diger adalari idare etmeye baslamistir. Onun ölümünden sonra damadi Serif Ebu Bekir el-Hasim yönetimi üstlenmis ve bassehri Jolo olan Sulu Sultanligini kurmustur (1450). Böylece siyasi güç kazanan Islâmiyet, kisa sürede Sulu takimadalarinin diger adalarina da yayilmistir. Tersilalar, Mindanao adasinin islâmlasmasini da bir Arap baba ile Johorlu bir Malay prensesinin oglu olan Serif Muhammed Kabungsuvan adindaki bir davetçiye baglarlar. 16. yüzyilin baslarinda Malay yarimadasindan Pulangi'ye (Cotabbato) gelen bu zat, bölgeye daha önce ulasmis olan baska davetçilerle birlikte datularla (yerli yöneticiler) isbirligi yaparak fetihler, diplomasi ve evlilikler yoluyla bölgedeki halki müslümanlastirmis, arkasindan da Mindanao adasinda Maguindanao Sultanligi'ni kurmustur (1515). Ayni yüzyilin son çeyreginde Sulu Sultanligi ve Filipinler'in güneyindeki Ternate sultanligi gibi devletlerle iliskilerin artmasi, hanedanlar arasinda evlilik baglarinin kurulmasi ve Arap, Borneolu , Ternateli davetçilerin bölgeye gelmeleriyle Islâmiyet güçlendi ve 18. yüzyil baslarinda, Ispanyollarin giderek artan sömürgelestirme ve hiristiyanlastirma faaliyetlerine karsilik özellikle Maranao bölgesinde yayildi. Islâm, Filipin adalarinin güneyinde genelde barisçi yolla yayilmistir. Adalarda yayilmaya baslayan Islâm dini, yeni siyasal ve toplumsal örgütlenmeleri de beraberinde getirmis, hatta ülkenin tamami islâmlasma süreci içine girmisti. Ama Ispanyollarin gelisi Islâm'in güçlü biçimde kurumsallasmasini, yayilmasini ve iyice yerlesmesini önledi. Islâm'i engelleme çabalari Ispanyollar takimadaya ilk kez Portekizli denizci Fernao de Magalhaes (Macellan) önderliginde bir kesif heyeti vasitasiyla geldiler (1521). Birkaç basarisiz seferin ardindan 1542'de buraya ulasan denizci Ruy Lopez de Villalobos, adalara dönemin veliaht prensi ve gelecegin Ispanya krali ‘Krallarin en Katoligi' II. Felipe'nin onuruna Filipinler adini verdi. Ondan sonra acimasiz bir katoliklestirme politikasi uygulandi. Hiristiyanlastirma islemi Agustinien, Dominiken, Fransisken ve Cizvit misyonerleri tarafindan yürütüldü. Ama Mindanao ve Sulu'daki müslümanlar hiçbir zaman tam olarak Ispanyol denetimine girmediler. Ispanyollarin önceleri yalniz Faslilar ve Endülüs müslümanlari , sonra da bütün müslümanlar için kullandigi “Moro” adiyla taninan müslümanlar, ülkenin güneyindeki Mindanao, Sulu ve Palavan gibi adalarda yasamakta ve bölgedeki bes vilayette (Tavi-Tavi, Sulu, Basilan, Maguindanao ve Lanao del Sur) halkin çogunlugunu olusturmaktadir. Sayilari hakkinda maalesef kesin bilgi bulunmamaktadir. Sosyal, dinî ve kültürel bakimdan farkli bir kimlige ve hiristiyanlardan çok daha eski bir tarihe sahip olan müslümanlar, dil ve etnik yapi bakimindan 12 gruba ayrilir. Moro demek, müslüman demek Ispanyollarin kültürel hedefi adalari tümüyle hiristiyanlastirmak ve Ispanyollastirmakti. Hiristiyanlastirma çabalari, müslümanlarin Islâm'a ve kendi kültürlerine sarilip sürekli mukavemet göstermeleri karsisinda sonuçsuz kaldi. Müslüman davetçilerin belli bölgelere girmesi, faaliyette bulunmasi yasaklandigi gibi, yakalananlarin cezalandirilmasi, hatta camilerin yikilmasi gibi zecri tedbirler alindi. Bunun üzerine “ Moro (Müslüman) Savaslari” adiyla geçen 3 asirlik savaslar basladi. Söz konusu düsmanlik hâlâ sürmektedir. Müslümanlar, degisik dönemlerde Filipinler Cumhuriyeti hariç, tarihin Filipinliler tarafindan kurulan en genis devletlerine sahip oldular. Hanedan mücadeleleri sirasinda ihanetler yasadilar. Hiristiyanlarca vaftiz edilen devrik sultanlar bile oldu. Ingilizlerin güçlenmesi, Ispanyollarin zayiflamasi sonucunu dogurdu. Müslümanlar Ispanyollarca Juramentado (Juramentado enemigo “ölünceye kadar savasacagina and içmis ezeli düsman”) olarak adlandirilmislardi. 1898'de Ispanyol-Amerikan savasi sonucu, bütün Filipinler ABD'ye devredildi. Amerikan ordusu barisi ve huzuru saglamak, kaçakçilik, korsanlik ve köle ticaretini önlemek adi altinda müslüman bölgelerde seri askeri operasyonlar düzenledi. En siddetlisi, binlerce müslümanin katliamiyla sonuçlanan “bud dajo” harekâtidir (1906). 1915'te Sulu Sultani II. Cemal el-Kiram, idaresi altinda bulunan bölgelerin hakimiyet hakkini resmen ABD'ye devretti. Ancak kendilerini hiristiyan Filipin halkindan ayri gören müslümanlar, Bangsa Moro (Müslüman Cemaat, Morolar) adini siyasi anlamda kullanmaya basladilar. Filipin bagimsizlik mücadelesi boyunca islâmî kimlige sahip ayri bir bagimsiz devlet olma yolunda çabalarini sürdürdüler. 4 Temmuz 1946'da bagimsizligin ilan edilmesiyle, müslümanlar kendilerini bir oldu-bitti karsisinda buldular. Müslüman bölgelere yapilan bilinçli hiristiyan iskâni, zamanla müslümanlari azinlik durumuna düsürdü. Egitimsiz, yardimsiz, issiz birakilan ve güvenlik güçlerince hasimlari karsisinda daima mahkum edilen ve çaresiz durumlara düsürülen, itilip kakilan, ikinci sinif muamelesi gören müslümanlar hosnutsuzdular. 1968'de Coregidor'da 30 müslüman askerin hiristiyan subaylarca, üstlerine itaatsizlik gibi sudan bir bahaneyle katledilmesi, 1971'de bir caminin kundaklanarak 70 kisinin diri diri yakilmasi bardagi tasiran son damla oldu. Olaylarin tirmanmasi üzerine 1972 Eylülünde sikiyönetim ilan edildi. Umutlari gelecege tasimak Müslümanlar, bir süre Filipinler Üniversitesi'nde ögretim üyeligi yapan Nur Misuari önderliginde Moro National Liberation Front'u (MNLF, Moro Milli Bagimsizlik Cephesi) kurdular (1969). Kisa sürede Islâm Konferansi Teskilati'nin (IKT) destegini aldilar. 1976'da MNLF ile hükümet temsilcileri, müslümanlarin yasadigi 13 vilayeti içine alacak özerk bir bölgenin kurulmasini öngören Trablus (Tripoli) Anlasmasi'ni imzaladilar. Hükümetin bunu 10 vilayeti kapsayacak sekilde daraltmasi, çatismalari yeniden baslatti. Bunun üzerine hükümet, yumusayarak dinî bayram günlerini resmi tatil kabul etti, medeni hukukta müslümanlarla ilgili düzenlemeler yapti. Dinî egitimin saglanmasina yönelik tedbirler aldi. Amanah (Emanet) Bank adinda faizsiz bir banka kurulmasina izin verdi. Müslümanlara idari mevkilerde görev verdi. 1981'de Müslüman Isleri Bakanligi kuruldu. Bu bakanligi1984'te Office of Muslim Affairs and Cultural Communities'e (Müslüman Isleri ve Kültürel Cemaatler Dairesi) dönüstürdü. 1986'dan sonra MNLF ile görüsmeler tekrar basladi. Polis ve askeri güçlerin olusturulmasindaki oranlar ve özerk bölgeye dahil edilecek vilayetlerin sayisi hakkinda anlasma saglanamadi. 1989'da ve 1992'de olumsuzlukla sonuçlanan iki girisim daha oldu. Müslümanlar daha sonra Islâmî Kurtulus Cephesi adinda ikinci bir teskilat daha kurdular. Bir süre sonra bu iki teskilat birleserek bagimsizlik mücadelesine birlikte devam ettiler. Su anda özerk, Islâm'i daha serbest yasama imkanina kavusmus durumdalar. Mücadele hâlâ olanca hiziyla sürmektedir. Fakat Islâm dünyasi ve müslümanlar Kibris, Filistin, Bosna Hersek, Çeçenistan, Afganistan ve Irak'taki sicak gündemle; Islâm dünyasinin yeralti ve yerüstü zenginliklerini sömürmeye yönelik soguk (psikolojik) savasla o kadar yogun bir mesguliyet içindeler ki, ne Filipinleri, ne de oradaki Morolari (Müslümanlari) düsünecek haldeler. Bu vesileyle birazcik gündeme getirme sansi bulabilmissek ne mutlu bize. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:34 | #17 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
DÜNÜN MÜSLÜMAN VILAYETI: MACARISTAN AHMET MIROGLU 60 Yillik Nafile Ibadete Denk Adalet Serdar-i Ekrem Ibrahim Pasa, sehri kusatmaya aldiginda Kurban Bayrami'nin üçüncü günüydü. Düsman eman dilemek zorunda kalmisti. Pasa, kale anahtarlarini padisaha gönderdi. Bunun üzerine padisah kalenin zapti ve hazinenin muhafazasi için on bin asker yolladi. Ertesi gün de bizzat kendisi sehre girdi. Böyle bir kaleyi gözler görmüs degildi. Çarsi pazari zengin ve ferahti, evleri saray gibiydi, sokaklari ise genisti ve mermer döseliydi. Padisah yürüdü, kral sarayina girdi. Saatlerce seyrettikten sonra dedi ki: - Ah n'olaydi, bu saray Istanbulumuzda, Sarayburnu'nda olaydi! Ve ardindan ekledi: - Allah ile ahdim olsun, bu gaza mali ile Kudüs'e ve Medine'ye birer kale yaptirayim ve Istanbul'a kemerlerle su getireyim. Kudüs'te ve Medine'de kale kalmadiysa da, ahdini yerine getirdigine Kemerburgaz su kemerleri sahittir. Padisah gezintisine devam ederken sehir halkindan biri yanina yaklasti ve saray disinda bir kisim askerin halka zulmetmekte oldugunu bildirip yardim istedi. Bunun üzerine koca sultan sarayin duvarina kendi el yazisi ile bir beyit yazdi. Beyit, sehir 150 yil sonra elden çikana kadar o duvarda durdu. “Gâziler meskenidir, bunda bey'im gayrulmaz / Bunda zulmedenin âkibeti hayrolmaz.” Zira adalet karsisinda bey de, pasa da birdi, hiç kimse kayrilmazdi ve zalimin sonu kendisi için asla hayirli olmazdi. Aradan yillar geçti. Ünlü seyyah Evliya Çelebi bu sarayi ziyaret etti. Hâlâ orada durmakta olan sultan gönlünden ve kaleminden çikma o beytin altina “Bir saat adalet etmek, yetmis sene (nafile) ibadetten efdaldir.” hadis-i serifini yazdi. Kale Budin kalesi idi, padisah da Batililarin Muhtesem Süleyman dedikleri Kanuni... Budin, Evliya Çelebi'nin yazdigina göre, Osmanli'nin 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 10 tekke/türbe, 2 hamam, 9 han, 8 ilica, 75 sebil, 3500 ev, 1 çesme, 1 baruthane, 1 saat kulesi, 1 bedesten insa ettikleri 24 mahalleli ve bizzat Evliya Çelebi'nin ifadesiyle “Macari az bir Türk sehri” idi. Osmanli mülkünde Istanbul, Bursa ve Edirne'den sonra en sevilen sehir burasiydi. Çok sevildigi, için “Nazli Budin” denirdi. Yani böylesine mamur, böylesine bayindir bir yerdi. Nasil öyle olmasin ki? Bu ülkenin Ilimler Akademisi tarafindan ortaya çikartilip yayinlanan bir belgeye göre, Osmanli Devleti bu topraklara hakim oldugu devirlerde, halktan yillik 7 milyon akçe vergi toplayip, yine yillik 7 milyon akçe yatirim yapiyordu. Budin neresi çikartamadiniz degil mi? Macaristan'in ortasinda, Tuna nehrinin üzerinde iki büyük ve güzel sehir vardir. Buda ve Peste. Iki sehir, 19. yüzyilda birlesmis, Budapeste adiyla Macaristan'in baskenti olmustur. Iste Macarlarin Buda dedikleri nehrin batisindaki yer bizim “Budinimiz”dir. Peki ya Budin'in kuzeyinde bir sinir kalesi olan Estergon'u bilir misiniz?.. Hani su marsi, mehter kösünü gümbür gümbür gümleten, akincilarin cirit attigi, Viyana'nin bir adim berisindeki Estergon'u? Ya da Kanije'yi veya Mohaç ovasini... Ve dahi Kanuni'nin iç organlarinin defnedildigi, sonradan Avrupalilarin üzerine kilise diktikleri Zigetvar'i? Üzerine türküler yakilmis, siirler yazilmis, ask hikayeleri anlatilmis güzel Tuna'nin ortasindan aktigi bir ülkeden söz ediyoruz. Osmanli'nin uzun süre Engürüs olarak andigi, yönettigi, imar ettigi ve Nemçeli'ye (Avusturyalilar) kaptirdigi Macaristan'dan. Bugün itibariyle 3 bin (Patrick Burke-Texas Austin, Eastern Europe, Raintree Steck-Vaughn Publishers, 1997, s. 25.), veya 10 bin (Macar Islâm Cemiyetinin iddiasina göre) müslümanin yasadigi eski ihtisamli imparatorluk günlerini arayan bir ülkeden... ----------------------------------------------------------------------- Macaristan nere, Macar kim? Macaristan, Orta Avrupa'da, Tuna nehri havzasi üzerinde yer alan bir ülkedir. Macaristan'in tarihi, göçebe Macar kabilelerinin 895-896 yilinda Karpatya bölgesine gelip bölgeyi ele geçirmeleri ile baslar. Macar kavimlerinden ilk söz eden yazili tarihi kaynak, 9. yüzyilda Arapça kaleme alinmis bir kaynaktir. Ibn Ruste ve Gerdizi, Buharali bir alimden naklen Macarlari orta Volga boylarinda yasayan bir “Türk kabilesi” olarak tanimlayan kayitlar düsmüslerdir. Ne yazik ki, resmi tarih Macarlari Fin-Ugor ailesine dahil etmistir. Elbette Islâm'in kav imlere ve milletlere bakis açisi bellidir. Insanlar, kavmiyetlerine göre degil, imanlarina ve amellerine göre ödüllendirilecek veya cezalandirilacaklardir. Ne var ki, Batililar Macarlarin Müslüman Türklere yakinligini degil, Hiristiyan Finlere yakinligini ispatlamak için özel bir çaba harcamislardir. Halbuki Macar krali Geza (927-997)'ya Bizans imparatoru tarafindan verilen tac üzerinde “Ki Ovtis Despotis Pistüs Kralis Türkiyas”, yani “Lütufkâr Hükümdar Türkiya Krali'na.” yazmaktadir. Dillerinin Avrupa dillerine benzemedigini 17. yüzyilda fark eden Macar bilim adamlari yogun bir arastirma içine girdiler. Sadece bilim adamlarinin degil, halkin da yakindan izledigi tartismalarda güçlü taraf Türkçe yanlisi tarafti. Ancak, tartisma Fin-Ugor yanlisi tarafin zaferiyle kapandi. Çünkü Katolik kilisesi, Macar milletinin Müslüman Türklere degil, Hiristiyan Finlere akraba olmasini istemisti. Islâmiyet'le tanisma Orta Avrupa'nin ve dolayisiyla Macaristan'in Islâmiyet'le temasi, Islâm'in batida Endülüs ve Sicilya'daki varliginin devam ettigi dönemde gerçeklesmeye baslamistir. 10. ve 12. yüzyillarda kuzeyden gelen son Türk kavimleri göçü sonucu Tuna nehri boylarinda bazi müslüman topluluklar olustu. Bunlar genelde Türk göçebelerdi. Islâmiyet'i Arap tüccar, alim ve seyyahlardan ögrenmis bu kavimler, Eflak, Bogdan, Sirbistan, Bosna ve Macaristan'a yerlestiler. 10. ve 11. yüzyillarda müslümanlarin özellikle askeri alandaki becerileri Macar krallarinin dikkatini çekmis ve onlara Macar ordusunda görev verilmesini saglamistir. Endülüs'ten Macaristan'a göç etmis ve yüksek düzeyde görev yapmis olan Ebu Hamid el-Girnatî (öl.1170), Tuhfetü'l-Elbab ve Nuhbetü'l-A'cab adli eserinde Macar kralligi sinirlari içerisindeki müslümanlardan söz ederken, onlari Magribîler ve Harizmîler diye ikiye ayirmistir. Ona göre, devrin Macar krali “müslümanlari seven hükümdardi.” Kayitlarindan anlasildigi kadariyla Girnatî, müslümanca bir merakla bu kimselerin Islâm'i ve Arapça'yi ne kadar bildiklerini tespit etmeye çalismistir. Tespitlerini, kivançla “Bugün itibariyle böyle bir ülkede 10 binden fazla yerde Cuma namazi kiliniyor olmasi muazzam bir olaydir.” diye tescil eder. Abarti payi bir yana, bizzat dönemin Macar kaynaklari da vergi memuru veya kraliyet muhafiz kitasinda profesyonel asker olarak hizmet veren, ticari ve mali faaliyetlerde bulunan Sarasenlerin (müslüman anlamina) ve Ismailîlerin varligina deginmektedirler. Bunlar o kadar önemli ayricaliklara ve ticari pazara sahiptiler ki, kilise ve asiller, 1222'de Kral Andrew tarafindan yayinlanan ve 1231'de yenilenen bir fermanla, kendilerine karsi bir dizi ekonomik kisitlama getirilmesini saglamislardi. Hatta 1232 yili baslarinda Baspiskopos Robert, Papa'dan aldigi yetkiyle müslümanlari ülkesinde barindirmaya ve kendilerine is vermeye devam ettigi için, kral Andrew'i aforoz etmisti. Müslümanlar bundan sonraki üç yüzyil içinde yavas yavas sahneyi terk ettiler. Büyük ihtimalle yine Macaristan'da idiler, fakat hiristiyan baskisi ve haçli ruhu sebebiyle asimilasyona ugramislardi. 11. yüzyil sonunda yasalar onlari “domuz testi” denilen bir imtihana zorluyordu. Domuz eti yemeyi reddettiklerinde idam ediliyorlardi. Müslümanlarin inançlarini gizlemelerinin sebebi bu yasal terördü. Sonuçta Islâm'in gereklerini yerine getiremez olmuslardi. Macaristan müslümanlarindan söz eden bir baska Islâm cografyacisi, Yakut el-Hamevî'dir (öl. 1229). O, Mu'cemü'l-Büldan adli eserinde Halep'te rastladigi müslüman Macar ögrencilerden ülkeleri hakkinda bilgi aldigini ve orada otuz müslüman köyünün bulundugundan bahsettiklerini yazmaktadir. Verdigi bilgilere göre, müslümanlarin güçlenmelerinden korkan Macar krallari, yerlesim bölgelerinin surlarla çevrilmesini yasaklamislar ve II. Andre, müslüman tebaanin devlet islerinde istihdamini engelleyici fermanlar çikarmistir (1233). Müslümanlar, diger halktan daha kolay ayirt edilmeleri için özel elbise giymeye zorlanmislardir. Hamevî'nin görüstügü Macar Müslümanlarin verdigi bilgilerde ipuçlarini buldugumuz baskilar zamanla artmis ve sonuçta müslümanlarin varliklari ve etkinlikleri kaybolmustur. Bölgede müslümanlarin tekrar varlik göstermesi, 1526 yilinda Osmanlilarin Macaristan'i fethiyle gerçeklesmistir. Bu hakimiyet ise ancak 1699'a kadar sürmüstür. Osmanlilar devrede Osmanlilar Rumeli'ye geçtikten sonra karsilarinda daima Macarlari gördüler. 1364 yilinda baslayan Osmanli-Macar savaslari, 150 yillik büyük bir mücadeleden sonra Macarlarin Mohaç meydaninda yenilgisiyle noktalandi (1526). Osmanlilarin bölgedeki hakimiyeti 150 yil sürmüs, onlarin çekilmesinin ardindan Macaristan, Habsburg hanedaninca yönetilmistir. Olmus idim bir zaman ben sedd-i Islâm'a kilit, Nice canlar din yolunda ugruma oldu sehit, Taa kiyamet hasr olunca kesmezem ümit, Bir gün ola açila baht-i siyahim der Budin. Macarlar Avusturya boyunduruguna karsi 16. 17. ve 18. yüzyillarda isyan ettiler ve her defasinda agir bozguna ugradilar. Osmanli devleti Nemçelilere karsi Macarlara büyük destek vermistir. Uzun yillar süren bagimsizlik mücadelesi sonucunda Avusturya-Macaristan Imparatorlugu kurulmustur. Birinci Dünya Savasi'nin baslangicinda Imparatorluk dagilmis ve gerek bu esnada gerek savas boyunca Macaristan, topraklarinin üçte ikisini kaybetmis ve sonuçta denizden yalitilmis, 93,000 km2 genisliginde bir yüzölçümüyle sinirlanmistir. Bu dönemde Macar vatandasligina geçip asil bir Macar hanimla evlenen Bosnak Hüseyin Hilmi Durics'in (öl. 1940) Islâmiyet'in yayilmasi ugrunda verdigi mücadeleler ve kendisini uluslararasi platformlarda “Islâm askerleri imami, müftü, bas müftü” gibi sifatlarla takdim etmesi kayda deger hususlardandir. Durics, Saraybosna Gazi Hüsrev Bey medresesinde, Istanbul'da ve Kahire'de dinî egitim almis ciddi bir müslüman alimdi. Islâmî teskilatlanma ugruna bazi girisimlerde bulundu ise de çabalari çok olumlu sonuçlar vermedi. 1920'lerde Macaristan'a siginan Bosnak mülteciler de dil sorunu sebebiyle faydali olamadilar. 1930'larda ülkede bulunan iki yüz kadar Türk'ten birisi liderligini ilan ederek kendisine “Islâmî Türbeler Türbedari” unvanini verdi. Maalesef Türklerle Bosnaklar birlikte hareket edemediler, hatta kendi aralarinda didistiler. Sonuçta bu ayrilik güç dagilimina sebep oldu. Müslüman Macarlar, vefatlarindan sonra yerlerini alacak nesiller birakamadilar. Sicil ve kayit altina alinmamakla birlikte, bunlarin sonuncusu 1977'de hayata gözlerini yuman Abid Csátics olmalidir. Zaman zaman yurt disina çikan Macarlardan Islâmiyet'i benimseyenler de olmustur. Belki de bunlarin en ünlüsü Sharif (Stefen) Horthy'dir. Bir de 1930'larda müslüman olup Haci Abdülkerim adini alan, birkaç kez hacca giden, Islâm dünyasinca alim olarak söhret bulan Yahudi asilli Julius Germanus'un (1884-1979) Macaristan'da Islâm'i yaymak için giristigi yayincilik çabasina deginmek gerekir. Bu ugurda çok sayida kitap ve makale yayinlamistir. En son görevi Budapeste Üniversitesi Arapça Arastirmalar sefligi idi. 1958-1966 yillarinda milletvekilligi yapmistir. Sosyalist dönem boyunca bazi Arap ülkelerinin sosyalizme sempati duymalari sayesinde Macarlar Arap Müslümanlari tanisalar da, yaklasik 40 yil ülkede Islâmiyet'ten söz edilmemistir. Sovyetler'in dagilmasindan sonra 1990'larda çikarilan yasalarla müslümanlar da bazi hak ve özgürlüklere kavusmuslardir. Bu arada bizzat hükümet Islâm ülkeleri ile ticari iliskileri gelistirmede bir vasita gözüyle baktigi Macar Islâm Cemiyeti'ni kurmustur. Cemiyet kismen güzel faaliyetler icra etmektedir. En önemli hedeflerinden birisi, Macaristan'da yeni bir cami insa etmektir. ----------------------------------------------------------------------- “Kahraman Düsmandi, Rahat Uyusun!” 145 sene eyalet merkezimiz olan, 6 defa muhasara edilip bizde kalan Budin'in son Osmanli valisi Arnavut Abdi Pasa idi. 1686 Eylül ayinin ikinci günü, 2 ay 14 gün dayandiktan sonra düsen Budin'de Osmanli'nin hiç esiri ve yaralisi yoktur. Basta 70 yasindaki kale kumandani Abdi Pasa olmak üzere, hepsi Bali Pasa Meydani'nda vurusa vurusa sehit olmuslardir. Kanuni'nin ilk girisinden itibaren sayarsaniz 160 sene, resmi egemenligin baslamasindan 145 yil sonra Budin kalesi düser. Macarlar bu kahramanliga hayran olmus, Abdi Pasa'yi sehit düstügü yere defnederek mezar tasina Macarca ve Türkçe söyle yazmislardir: “145 yillik Türk egemenliginin son Buda valisi Abdi Arnavut Pasa, bu yerin yakininda, 1866 Eylül ayinin ikinci günü ögleden sonra yasaminin yetmisinci yilinda maktul düstü. Kahraman düsmandi, rahat uyusun.” ----------------------------------------------------------------------- Budin Destani Budin’in Avusturyalilarca isgali üzerine asker sairlerden Gâzi Asik Hasan’in yazdigi “Budin Destani” söyledir: Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu, Bülbülün figani bagrimi deldi, Gül alip satmanin zamani geldi, Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i. Çesmelerde abdest alinmaz oldu, Camilerde namaz kilinmaz oldu, Mamur olan yerler hep harap oldu, Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i. Budin’in içinde uzun çarsisi, Ortasinda Sultan Ahmet Camisi, Kâbe suretine benzer yapisi, Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i. Budin’in içinde serdar kiziyim, Anamin babamin iki gözüyüm, Kafeste besli kinali kuzuyum, Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i. Cephane tutustu, aklimiz sasti, Selâtîn camiler yandi tutustu, Hep sabi sibyanlar atese düstü, Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i. Serhatlar içinde Budin’dir basi, Kan ile yogrulmus topragi tasi, Çerkez Alemdar sehitler basi Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i. Kible tarafindan üç top atildi, Persembe günüydü, günes tutuldu, Cuma günü idi, Budin alindi, Aldi Nemçe bizim nazli Budin’i ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:35 | #18 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
UNUTTUGUMUZ GALIÇYA MUZAFFER TASYÜREK “Bu siperleri biz yaptik, hepimiz ölürüz, yine düsmana vermeyiz!” diyen Çineli Ali oglu Mehmed bir müslümanin elinin degdigi yerin mübarekligini bildiriyor adeta. Emek verdigimiz her is, isledigimiz her amel korunmasi gereken bir bahçe oluyor bizim için. Ayagimizi bastigimiz yer vatana dönüsüyor. Nerede duruyorsak, orasi bizimdir. Gülümüz sevgili için yetisir ancak. Cihan devleti Osmanli'nin muhtesem asirlarinda, nimeti bölüstügümüz müslim ve gayri müslim reaya ve tebayi zor zamanlarinda bir baslarina birakmak, devlet gelenegimize, milletimizin insanlik anlayisina aykiri idi. Bu nedenle milletimiz, mazisinde irtibat kurdugu topraklara ve insanlara el uzatmaktan asla geri kalmadi. Büyük olmanin, dost olmanin bir bedeli vardir. Yeri geldiginde dost için atese atilmayi becerebilmek büyüklügün alametidir. Milletimiz, bugün çok farkli bir konjonktürde de olsa, Afganistan'da, Bosna'da, Sudan'da, Kosova'da yardimina kostugu insanlara, dün Galiçya'da , Tarblusgarp'ta , Balkanlar'da el uzatmisti. Hem de tarihinin en bunalimli dönemlerinde... Galiçya ile, büyük bir tarihin vârisleri olarak hafizalarimizi yenilemek için tarihin unutulmus bir sayfasini önünüze açmak istedik. Esasen Galiçya'yi unutmak, Yemen, Çanakkale, Sakarya, Dumlupinar, Allahuekber Daglari sehitlerini unutmakla es degerdedir. Baskalarinin savasina ortak olmak Yil 1914. Osmanli Devleti'nin basinda Sultan Resad bulunmaktadir. Hükümet Ittihat Terakki Partisi'nin elindedir. Enver-Talat-Cemal üçlüsü ve Alman Genelkurmayi, düzenledikleri bir planla, 29 Ekimde Rus limanlarini gereksiz yere bombalatmislar ve Osmanli Devleti'ni bir oldu bittiyle Almanlar'in yaninda Birinci Dünya Savasi'na sokmuslardi. Ingiltere ile harp durumunda olan Almanya'nin deniz kuvvetlerine bagli Göben ve Breslav adindaki iki savas gemisinin Çanakkale Bogazi'na siginmasina izin veren Ittihat Terakki hükümeti, daha sonra bu gemileri satin aldigini duyurdu. Yavuz ve Midilli isimleri verilen gemiler Osmanli donanmasina katildilar ve filonun komutani olan Amiral Souchon , donanma komutanligina getirildi. Gemilerin Karadeniz'e açilarak Rus limanlarini bombalamasi ve Rus savas gemileri ile çatismasi üzerine, Rusya 1 Kasim 1914'de Osmanli Devleti'ne, Osmanli Hükümeti de 11 Kasim 1914'de Itilaf Devletleri'ne savas ilan etti ve bu savas Osmanli Devleti'nin sonu oldu. Sultan Resad , 14 Kasim'da “halife” sifatiyla “ cihad -i ekber ” ilan ederek bütün müslümanlari savasa davet etmisti. Çikardigi fermanin bir yerinde söyle diyordu: “Asker evlatlarim, Bugün size düsen görev, simdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasip olmamistir. Bu vazifeyi görürken, bir vakitler dünyayi titretmis olan Osmanli ordularinin hayirli evlatlari oldugunuzu gösterin ki, devletimizin ve dinimizin düsmanlari bir daha mukaddes topraklarimiza ayak atmaya...” Kusatma altinda ölüm-kalim savasi Cografi sinirlarinin daralmis olmasi, cihan devleti ve onun hükümdari olmanin sorumlugunu azaltmiyordu. Azamet devrinin sinirlari içinde kalan, fakat sonra elinden çikan topraklara karsi mesuliyetini her zaman omuzlarinda hisseden Osmanli Sultani, müstevliler tarafindan isgal edilen Islâm mülkünü savunmak için müslümanlari cihada davet ediyordu. Çanakkkale , Kafkasya, Filistin, Misir, Hicaz, Irak, Yemen, Makedonya ve Galiçya harp alani olmustu. Ingiltere, Fransa ve Rusya kara ve deniz askerleriyle, ordu ve donanmalariyla bir kere daha çullaniyordu. Ama bu sefer Osmanli'yi tarih sahnesinden silmek üzere geliyorlardi. Böylece, Halife'nin “mukaddes toprak” dedigi Osmanli mülkü dört bir yandan tecavüz ve taaruz altindaydi. Yozgatli Basçavus Rifki'nin , Kilisli Abdullah Çavus'un, Bursali Nurullah oglu Ali'nin, Erzurumlu Onbasi Lütfi'nin ve daha binlerce Osmanli kahramaninin kanlariyla sulanmis topraklardan bir bölümü de Galiçya idi. Bati'ya yürüyüsün yol güzergâhi Galiçya , Birinci Dünya Savasi yillarinda Avusturya-Macaristan Imparatorlugu'nun bir eyaletidir. Dogusunda Rusya'ya bagli Podolya , Beserabya ile Bukaovina eyaleti, kuzeyinde Rusya'ya bagli Polonya, batisinda Silezya , güneyinde Karpat Daglari ve Macaristan vardi. Yüzölçümü 80 bin kilometrekare idi. Podolya yaylasinin bir kismini ve Karpat Daglari'nin kuzey kisimlarini içine alan Galiçya arazisi, genel olarak engebeli ve yüksek, daglari az bir yayla gibiydi. Galiçya'daki iklimin sertligi ve bütün bölgelerin mevsim yagislarini almasi dolayisiyla muharebe sartlarinda özel donanim ve gereçlere ihtiyaç vardi. Galiçya halkinin çogunlugu Lehce , bir kismi Ukraynaca- Rutence , kalanlari ise daha baska dilleri kullaniyordu. Dogu Galiçya'da Ukraynalilar, batida Lehler çogunluktaydi. Yüksek tabaka, sehirlerde ticaretle ugrasanlar ile musevilerden olusuyordu. Galiçya adi, 1144'te Rus prensi Vladimirko tarafindan kurulmus olan Halitch - Galitch sehrinin isminden türemisti. Osmanlilar, fethettikleri bölgelerin halklarina kendilerine göre isimler vermislerdi. Avusturyalilara Nemçe, Polonyalilara Leh, Macarlara Beç gibi... Galiçya bölgesinin asil unsurunu olusturan Lehler ile ilk siyasi münasebetlerimiz Çelebi Sultan Mehmed zamaninda baslamis, Osmanli bayraklarinin gölgesi II. Bayezid zamaninda Lehistan topraklari üzerine düsmüs, akincilarimiz Kanuni döneminde Galiçya topraklarinda at kosturmuslardi. 16. asir sonlarinda tamamen Osmanli himayesine girdi Lehistan. 17. asir sonlarinda ise güney topraklari dogrudan Osmanli tarafindan yönetildi. Bu uzun hakimiyet dönemi Leh kültüründe derin izler birakti. “Büyük” olma sorumlulugu Osmanli, hem Macarlari hem de Lehlileri Avusturya ve Rusya'ya karsi korumak için tarih boyunca büyük fedakârliklarda bulundu. Özellikle Ruslar, Balkanlari ve bu arada stratejik önemi büyük olan bu topraklari ele geçirmek için sürekli ugrasip durmustu. Lehliler, bagimsizliklari ve milli benliklerinin idamesi için Osmanli'ya karsi duyduklari minneti su sözleriyle dile getirmislerdi: “Bizim hürriyetimiz, Türk atlari Vistül nehrinden su içtikleri müddetçe bakidir.” Cihad -i ekber çagrisiyla Galiçya'da çarpisan ve sehid düsen 15 bin evladimiz, Vistül nehrinde atlarini sulayan atalarina layik kahramanliklar gösterdiler. Ceddimizin “Islâm memleketi” kildigi topraklari savunmak için sehit oldular. 15 bin vatan evladi o topraklara düstü Galiçya , en az Çanakkale kadar seref tablomuzdur. Bitti, tükendi denilen Osmanli, Çanakkale'de nasil Ingiliz ve Fransizlara tarih boyunca unutamayacaklari bir hezimet yasattiysa , Galiçya'da da tüm olumsuz sartlara ragmen Ruslara yenilginin acisini tattirmislardi. Galiçya , Avusturya-Macaristan Imparatorlugu'nun kurulusundan, Ittifak Devletleri'nin Birinci Dünya Savasi'ndaki yenilgilerine kadar, Avusturya tacina bagliydi. Ve bu imparatorlugun bir eyaletiydi. Birinci Dünya savasi basladigi zaman, Galiçya'ya göz koymus bulunan ve uzun zamandir gizli ajanlari vasitasiyla hazirlik yapmis olan Rusya, 1914 Eylülü'nde Dogu Galiçya'yi isgal etmis, 1915 Mayisi'nda ise Alman ve Avusturya hücumu karsisinda çekilmek zorunda kalmisti. Birinci Dünya Savasi sirasinda müttefiklerimize yardim için asker gönderdigimiz Galiçya cephesinde, 33 bin asker ve subaydan meydana gelen 15. Kolordumuz 15 bin sehit ve yarali vermisti. Ruslara karsi savasan ordumuz, her türlü imkansizliga ragmen kahramanca çarpismis ve üzerine düsen görevi layikiyla yerine getirmisti. Ne var ki, Birinci Dünya Savasi'nin, aralarinda bizim de bulundugumuz müttefik devletler cephesinin yenilgisiyle sonuçlanmasi, genel sonucu degistirmemisti. Çanakkale'de, Sina'da, Yemen'de, Kafkasya'da bizlerden fatiha bekleyen sehitlerimiz kadar serefle ve rahmetle anilmayi hak eden, isimleri ve hizmetleri tarihin tozlu sayfalari arasinda kalmis, vefasiz nesiller tarafindan unutulmus Galiçya kahramanlarini hatirlamamiz gerekiyor. Galiçya hatiralari Sair Süleyman Nazif'in Malta Geceleri, Firak-i Irak ve Galiçya adli eserlerinde, 15. Kolordu komutani Yakup Sevki Pasa tarafindan bizzat onaylanmis olan Galiçya kahramanlarinin hikayeleri detayli bir sekilde anlatir. Iste birkaç örnek: 77. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük Bursali Nurullah oglu Ali 17 Eylül savasinda er Ali , bes Rus askeri tarafindan esir edilmistir. Esir olmak, Türk çocugu onurunu en çok yaralayan bir utançti. Olan olmustu, Ali'nin yalniz tüfegi alinmistir. Sesini çikarmaz, torbasinda kalan tek bir bombasini vermemenin yolunu düsünür. Düsmanlarin torbasini aramamasi için Allah'a yakarir ve sessiz bir vaziyet alir. Bes Rus avlarini götürürken, Ali gözettigi firsati bulur, Ruslarin dalginligini firsat bilerek bombasini atar. O kargasalikta can veren Ruslardan birinin tüfegini alarak, bombanin tozu dumani dagilmadin sag kalan iki Rus'u da öldürür ve kaçar. Aksam üzeri Ali arkadaslari ile yemek yerken sunlari söyler: “Degil 5 Moskof, 20 de olsaydi yine o bombayi korkusuzca savururdum. Insanin elinde bir tek bomba oldukça, Moskof'un elinde ucuz can vermek vebaldir.” 77. Alay, 1. Tabur, 2. Bölük Kilisli Rasid oglu Abdullah Çavus Abdullah Çavus, Gelibolu Savasi'nda kendisini feda edercesine sehitlik rütbesine yükselen Osman Çavus'un kardesidir. Bu iki kardes ölüme meydan okuyan, düsmanla çarpismayi bir eglence sayan serdengeçtilerdendi. Ruslar, 421 rakamli tepeye, Abdulah Çavus'un bulundugu sipere de saldiriyorlardi. Moskoflarin kendilerinden çok üstün sayida saldirdiklarini görünce, Abdullah düsmani daracik siperler içinde karsilayip dövüsmekten utanip, arkadaslarina seslendi: “Biz Osmanli degil miyiz? Ruslar buraya kadar gelsinler de, biz kadinlar gibi siperde bekleyelim, ayip degil mi? Haydi arkadaslar, erlik zamanidir, sehidlik demidir! Dinini milletini seven benimle birlikte gelsin!” Siperden firlayip, hep birlikte Rus mevzilerine karsi ölümüne bir saldiri baslattilar. Abdullah Çavus, o gün öldürdüklerinin disinda 32 iki Rus'u da esir almisti. 62. Alay, 1. Bölük Yozgatli Ismail oglu Basçavus Rifki 23 Eylül günü yapilan muharebede yarali tasiyan arabalara rastlayan alay komutani, yarali askerlerinin hatirini sordu. Arabanin birinden basini çikaran bir yigit söyle dedi: Aman efendim, bölük komutani sehit oldu, yardimcisi Bilal Efendi de sehit düstü. Ben de bölüge ancak yarim saat komuta edebildim. Iste yaralandim. Komutansiz kalan bölügüm yalniz kalmasin. Ben saglik bölügünde yarami sardirinca hemen dönerim.” Görevi için hayatini hiçe sayan, kendi yarasindan çok komutansiz kalan bölügüne üzülen bu aslan, esasinda agir yaralanmis olan Yozgatli Ismail oglu Basçavus Rifki idi. 62. Alay, 3. Tabur, 10. Bölük Çineli Ali oglu Mehmed Bölük komutani Mustafa Efendi'ye, 421 rakimli tepenin dogusundaki ve orman içindeki siperleri ele geçiren düsmana karsi saldirmasi emredilmisti. Mustafa Efendi bölügü ile düsman üzerine atildi. Osmanli askerlerinin saldiri silahi daima süngüdür. Süngü sakirtisina karisan Allah Allah sesleri düsmani pek sasirtmis, darmadagin etmisti. Yakayi kurtarabilen Moskoflar kaçmaya baslamislardi. Bu elli kisilik ates parçasi müslüman evladi, bütün siperleri Ruslardan temizleyerek geri almayi basarmislardi. Tam bu sirada, bir düsman sarapneli Mehmed'i gögsünden yaralamis, takatsiz düsürmüstü. Sirtini ara siperine dayayarak arkadaslarina bakan yigit Mehmed , “Bu siperleri biz yaptik, hepimiz ölürüz, yine düsmana vermeyiz!” diye haykiriyor, arkadaslarina cesaret veriyordu. Fakat yigit Mehmed'in yarasi hafif degildi. O vaziyette bile araliksiz, yagmur gibi yagan düsman sarapnalleriyle egleniyor, alay ediyordu. Aslan Mehmed'in son sözü “Yasasin 10. Bölük!” oldu ve ruhunu teslim etti. Bu sipere düsman bir daha ayak basamadi. 77. Alay, 2. Tabur, 2. Bölük Kanirtali Mehmed oglu Abdülmecid Bu çavus, düsman isgalindeki bir tepeyi geri almakla görevli bir bölükte agirlik komutani idi. Ruslar tepeden kovulunca, topçulari sürülerini izleme atesinden kurtarmak için yogun atese baslamislardi. O küçük tepe, bir ot yigini gibi alev içinde kalmisti. Durumu gören Abdülmecid Çavus, islâmliga ve onun gerektirdigi azimlilige örnek olacak bir yigitlikle hemen siperin üstüne firlar, arkadaslarina seslenir: “Bakin, iste ben siper üstünde açiktayim. Düsman toplari beni vurmuyor. Biz burada dayanacagiz. Sözümü dinlemeyeni ben vururum!” Kahraman çavus o gün zaferi kazandi. Sonra bir baska sefer bomba saldirisi yaparken yaralandi. Birkaçini aktardigimiz böyle binlerce kahramanin hikayesini Mahmut Sevket Pasa'nin hatiralarindan okumak mümkün. Fatihalar, haritalarda bile yerini zor buldugumuz Galiçya'da sehit olan vatan evladlari için... ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:36 | #19 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
LITVANYALI TATAR MÜSLÜMANLAR AHMET ÖZDEMIR Islâm tarihi nice ilginç tecellilerle doludur. Bunlardan en çarpici olanlarindan biri de, Islâm topraklarini tarihin pek sahit olmadigi bir vahsetle istila eden Mogol ve Tatarlarin hikayesidir. Onlar sel gibi geldiler, yaktilar, yiktilar, öldürdüler, ama en sonunda eridiler; barisa, huzura, yani Islâm'a teslim oldular. Çogu Anadolu'da kaldi. Bir kismi ise müslüman bir devlet oldu. Orta Asya bozkirlarindan çikmis bir millettiler. Stepleri astilar, dünyanin en büyük, en güçlü ordularini dize getirdiler. Imparatorluklari haritadan sildiler, muhtesem kültür ve medeniyet eserlerini yok ettiler. Etrafi baglik bahçelik saraylari bir çöl, biçimsiz bir toprak yigini haline getirdiler. Engellenemediler. Karsi konulamayan bu sel, Islâm alemince bir musibet kabul edilmis, sineye çekilmisti. Mescitler dahil bütün mukaddes mekânlar, bütün kitaplar bu beladan nasibini almisti. Müslümanlar binbir türlü hakarete maruz kalmisti. Islâm'in övünç kaynagi, ulema yatagi, ilim menbai sehirler sanki yok olmuscasina tahrip edilmis, ahalisi ya öldürülmüs veya hayvan sürüsü gibi sürülüp götürülmüstü. Islâm tarihçilerinin yazamadigi, yazmak istemedigi cinayetler islenmis, benzeri görülmedik korkunç ve akil almaz olaylar yasanmisti. Gün geldi, Islâm bu harabeler üzerinde yine yükseldi. Mabetlerine hakaret eden, sehirlerini yikan, mensuplarini katleden vahsileri tek basina teslim aldi. Samanizm, Budizm ve Hiristiyanlik arasinda gidip gelen bu milletin çogu müslüman oldu. Mogollari ve Tatarlari bir bayrak altinda toplayarak dünyanin tanidigi en acimasiz isgal ve istilalardan birini baslatan Cengiz Han öldügünde, Bozkir gelenegince hanedanin ortak mali sayilan topraklari ogullari arasinda paylastirildi. Bu paylasimda bati topraklari Batu Han'a düsmüstü. Batu'nun devleti Altinordu ( Altinorda ) Devleti olarak anilir. “Orda”, Mogolca çadir, otag anlamina gelir. Volga boylarinda bir müslüman devlet Hülagu'nun Bagdat'i istila ederek Abbasi Hilafeti'ne son verdigi, Mogol mezalimine yeni zulümler ekledigi esnada, Karadeniz'in kuzey kiyilarinda Altinordu tahtina oturan (1256) Berke Han (Berke Ogul, Berkâ , Berkây , Börke diye de anilir) Islâm'i benimsemisti. Hayatini bir müslüman olarak sürdüren ve öyle ölen bu hükümdarin ordusunun da tamami müslüman askerlerden meydana gelmekteydi. Süvarileri yanlarinda birer seccade tasir, yürüyüs halinde iken vakit girer girmez hemen attan inerek namazlarini eda ederlerdi. Askerlerinden hiçbiri agzina bir damla bile içki koymazdi. O dönemde alkol komasina girerek ölen Mogol hanlarinin bulundugu düsünülürse, bu durum ayri bir önem arzeder . Berke Han'in meclisinde büyük müfessirler, muhaddisler ve fakihler bulunur, sarayda ulum-u diniyyeye dair münazaralar yapilirdi. Altinordu halkinin büyük çogunlugunu, 10. yüzyildan itibaren müslüman olan çesitli Türk boylari meydana getiriyordu. Yönetimi Mogollarda olan bu hanlik, Berke Han'in Islâm'a girisiyle birlikte tam anlamiyla bir müslüman devlet kimligine bürünmüstü. Tatarlar Litvanya'da Berke Han, saltanatinin ilk yillarinda batida Galiçya'da ayaklanan Kral Daniel'in isyanini bastirdi. Ardindan da Litvanya ve Polonya'nin fethine baslayarak Saint Dorniez Kalesi'ni tahrip etti. Krakov Kalesi ile daha baska bazi kaleleri de ele geçirdi. Iste Litvanya topraklari ile müslümanlarin tanisikligi o zaman iyice pekisti. Fakat Berke Han, batiya yönelik fetihlerini maalesef sürdüremedi. Ilhanlilar'la düstügü anlasmazlik onu degil, belki de Islâm'in Litvanya'ya , Polonya'ya ve Macaristan'a tam anlamiyla yerlesmesini engellemisti. 1360-1380 yillari arasinda Altinordu devletinin iç karisikliklarindan faydalanan Litvanya Dukaligi önce bagimsizligini ilan etti, sonra da topraklarini genisletmeye basladi. Tatarlarin Altinordu tahtini elde etmek için birbiriyle savastigi dönemlerde olaylarin durulmamasindan bikan halk, huzur dolu bir hayatin özlemi içinde Litvan topraklarina göçüyorlardi. Iste bunlar, daha önce Altinordu hanligi topragi olan bu diyara yerlesmis Tatarlara katildilar. Ilk yerlesim bölgeleri Vilnius , Trakai - Kozaklaru , Keturiasdesimt Totoriu köyleri idi. Tatarlar savastan yilmislardi ama askerlikten, dolayisiyla savastan ve mücadeleden kaçamamislardi. Litvan dükler, savunmalarini garantiye almak için onlari genelde kalelere, sinirlara ve sehirlerin etrafindaki ates hattina yerlestirmislerdi. 16. yüzyil baslarinda Minsk ve Ostrog'da Tatar topluluklari olustu. 16. yüzyilda Litvanya'da 3-4 bin Tatar bulundugu tahmin edilmektedir. 1631 yilinda Litvanya'daki Tatarlarin gerçek sayisini tespit etmek amaciyla bir sayim yapilmisti. Bu sayimda Tatarlarin en büyük yerlesim birimlerinin Trakai (225 hane), Vilnius (169 hane), Asmenos (135 hane) bölgeleri oldugu tespit edilmistir. Ne yazik ki Tatarlar huzur bulmak için geldikleri Litvanya'da özledikleri huzuru bulamadilar. Birkaç kez yer degistirmek zorunda kaldilar. Litvanya ile Polonya'nin birbirinden ayrilmasindan sonra yasadiklari topraklarin büyük bir kismi da Rusya'ya geçmisti. 20. Yüzyil baslarinda, I. Dünya Savasi'ndan sonra Tatar köyleri üç degisik ülkeye Litvanya , Polonya ve BeloRusya'ya dagilmis durumda idi. 1935'te Polonya'da 5500, BeloRusya'da 2500 ve Litvanya'da 1000 Tatar yasamaktaydi. Litvanya Tatarlarinin soyu Türk ve Mogol kabilelerine dayanir. Litvanya'ya degisik çaglarda degisik bölgelerden, Altinordu , Kirim ve öteki hanliklardan gelmislerdir. Litvanya camileri Bilinen kayitlara göre Litvanya'da ilk cami 15. yüzyilda insa edilmistir. Camilerin çogu baskent Vilnius'tadir . Müslümanlar, 17. ve 19. yüzyillarda yasadiklari yerleri terk etmek zorunda kaldiklari için, eski yerlesim yerlerindeki camileri, köyleri, kasabalari harap olmustur. Litvanyali Tatarlarin camileri ahsaptan insa edilmis gayet basit ve sade, diger Islâm ülkelerindeki camilerden biraz farkli mimaride ibadethanelerdir. Mahalli ustalarca insa edildigi için yöresel özellikler tasir. Elbette bu her zaman böyle degildir. Nitekim Minsk Camii'ni Orta Asya'daki diger Türk camilerinden ayirmak imkansizdir. Bu cami, Buhara ve Semerkand , Maveraünnehir , Horasan, Harizm gibi müslüman bölgelerin üslubunu andiran muhtesem güzellikteki mimari yapisiyla göz oksamakta, insanin içini isitip isitmaktadir . Bugün 120 Tatar'in yasadigi Nemezis'in de 17. yüzyilin sonunda bir camisi vardi. Fakat bu cami tahrip edilmistir. Onun yerine 1904'te de yeniden bir cami insa edilmistir. Nemezis Camii yerlesimin tam ortasinda yer alir. Eski ve yeni mezarliklar da cami ile yan yanadir. Litvanya'daki en eski yerlesim birimlerinden biri de Vilnius bölgesindeki Keturiasdesimt Totoriu köyüdür. Simdi bu köyde 130 Tatar yasamaktadir. Keturiasdesimt Totoriu Köyü Camii'nden ilk defa 1558'de söz edilmistir. Litvanya'daki en eski camilerden birisidir. Hâlâ hizmet vermektedir. Bir de Alytus yakinlarindaki Raiziai köyü vardir. Eskiden beri bu köy Litvanyali Tatarlarin bölge merkezi konumundadir. Raiziai Camii'nin 14. yüzyil baslarinda insa olundugu sanilmaktadir. Hâlâ ayaktadir. Bazori köyü yakininda bir cami daha vardir. 1686'da minberi sökülüp Raiziai Camii'ne tasinmistir. Bu anit minber, 300 yildir Raiziai Camii'ni süslemektedir. Ayrica 1930'da Büyük Dük Vytautas'in ölümünün 500. yildönümü anisina Kaunas sehrinde bir cami insa olunmustur. Litvanyali Tatar toplumuna da cemaat adi verilmektedir. Cemaat, mollasini (resmi unvani imam) ve müezzini kendisi seçer. Ölüm, dogum ve evlilik arsivlerini de molla muhafaza eder. Litvanya Tatarlarinin bugünü 20. asirda Rusya tarafindan dagitilmis olan Tatar toplumu, degisik dernek ve cemiyetler çerçevesinde yeniden bir araya gelmistir. 1925'te yeniden tesis ettikleri müftülük kurumu, Ikinci Dünya Savasi ve ardindan gelen sebeplerle islerligini kaybetmis, ancak 1998'de tekrar çalismaya baslamistir. 20. asrin sonunda Baltik ülkelerinde faaliyete geçen müslümanlar bagimsizlik düsüncesini tekrar gündeme getirmislerdir. Su anda Litvanya'da , Vilnius , Nemezis , Keturiasdesimt Totoriu , Kaunas , Raiziai sehirlerinde 5 adet dinî cemiyet faaliyet göstermektedir. 1988, Litvanyali Tatarlarin kendine geldigi yildir. Litvan -Tatar Kültür Muhiti yeniden kurulmus, daha sonra Vilnius Tatar Din Grubu kurulmustur. Litvanyali Tatarlarin diger bir kurulusu da, Litvanyali Tatarlar Birligi adini tasir. Tatarlar, 1995'te Litvanyali Tatarlar adinda bir gazete çikarmaya baslamislardir. 1989 resmi sayim sonuçlarina göre Litvanya'da 5188 Tatar yasamaktadir. Bugünlerde Tatarlar kültürel faaliyetlere agirlik vermislerdir. Kutlamalar, toplantilar, seminerler, yaz kamplari düzenlemekte; müzik ve folklor ekipleri olusturmaktadirlar. Egitime özel ilgi göstermekte olan Tatar cemiyeti, dis ülkelerdeki Tatar gruplariyla ortak çalismalar yürütmektedir. Nemezis'te Tatar çocuklarinin Islâm'in temel ilkelerini, Türkçe'yi ve Kur'an'i ögrendikleri bir ortaögrenim okulu bulunmaktadir. 1991'den beri de Vilnius'ta Pazar günleri bir Tatar okulu açilmaktadir. Tatarlar bu okulda Tatarca ve Türkçe'nin yani sira, tarihi ve dinî bilgiler almaktadirlar. Her yil birçok ögrenci de Türkiye'ye gelmektedir. Litvanyali Tatarlar, 1997 yilinda Litvanya topraklarina yerlesmelerinin 600. yili anisina bir kutlama düzenlediler. Litvan Bilim Akademisi tarafindan “ Litvanya'daki Tatarlarin ve Kirimlilarin Dünü ve Yarini” basligi altinda bir Tatar sergisi açildi. Litvan Milli Müzesi de, “ Litvanya'daki Müslümanlar ve Tatarlar” adi altinda bir organizasyon gerçeklestirildi ve bir sergi düzenlendi. Litvanya cumhurbaskaninin, basbakaninin, bakanlarin, parlamento üyelerinin katildigi bir resmi merasimde Tatar ve Kirim Cemiyetlerinin birçok seçkin üyesine, nisanlar ve madalyalar takildi. Litvanya Merkez Bankasi da 600. yil anisina özel paralar basti. Sovyetler Birligi döneminde kara günlerini yasayan müslümanlar , artik daha hürler. Gün geçtikçe artan faaliyetlerle de gelecege yönelik umutlari artiyor. Hiç yabanci degiller Litvanyali Tatarlar ahlâkli, serefli, dürüst ve inançli insanlardir. Onlar için en degerli varlik, kültürlerini ve milliyetlerini korumalarini saglayan dinleridir. Inançta Sünnî, amelde Hanefî'dirler. Arapça eski eserleri bir hazine gibi korurlar. Her Tatar ailesinde en azindan eski eser türünden bir dinî kitap bulunur ve nesilden nesile emanet edilir. Belo -Rusça veya Polonyaca mealleriyle birlikte yazilmis çok degerli Kur'an nüshalari mevcuttur. Tefsir kitaplari da onlar için essiz ve önemli kitaplardir. Tatarlar, kitap kelimesini daha çok Arapça kitaplar için kullanirlar. Bu eserler Islâm adabina dair eserlerdir. Ilk Tatar kitabi, 1830'da Vilnius'ta basilan Juzef (Yusuf) Sobolevski'nin “Muhammed Dini'nin veya Islâm Dini'nin, Kur'an ve Sünnet ilkelerinin Açiklanmasi” adli eseridir. Ilk Kur'an meali de 1858'de Varsova'da A. Novalecki tarafindan basilmistir. 1926'da Arapça'nin temel kurallarini içeren bir metin kitabiyla bir siyer kitabi yayinlanmistir. Tatarlar, yeni dogan çocuklarinin sag kulagina ezan, sol kulagina kamet okumasi için eve bir hoca çagirir ve akrabalarla konu komsuyu davet ederler. Evlilik törenleri ise maalesef hiristiyan evlilik törenlerine benzer. Cenaze defin islemleri eski usullerce sürdürülmektedir ve hiristiyanlarinkinden farklidir. Mutlaka devir, yani iskat-i salât ve savm islemi gerçeklestirilir. Mezarliklar genelde cami kenarlarinda olup, mezar veya zirec olarak adlandirilir. Mezara iki tas dikilmelidir. Daha büyük olani cenazenin bas ucuna, daha küçük olani da ayak ucuna. Mezar taslarina Arapça, Polonyaca ve Belo -Rusça yazilar yazar, Islâm sembolleri islerler. Litvanyali Tatarlar atalarina saygi gösterirler. Mezarlarina bakar ve bazilarinin (türbe) mistik özellikler tasidigina inanirlar. Litvanyalilar arasinda, Tatar mezarlarinin kutsal ve çignenmemesi gereken yerler olduguna dair birçok keramet anlatilir. Bunlarin en ünlüsü, Lovitshli mürsid Kuntus'un türbesiyle alakali olandir. Hâlâ pek çok Tatar müslüman , mübarek günlerde bu mezari ziyaret eder. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.08.11, 03:36 | #20 | |||||||||
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 56
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi :
Level: 47 [] Paylaşım: 116 / 1166 |
MEHMED NİYAZİ
Sahtekârlığın böylesi Ümit Burnu'nun keşfi denince, akla Vasco Da Gama gelir. Halbuki Ümit Burnu'nu dolaşıp Hindistan'a giden yolu Müslümanlar çok daha önceden biliyorlardı. Vasco Da Gama'ya Hindistan yolunda rehberlik yapan "Kitabu'l- Fewaid" eseriyle tanınmış, Arap coğrafya bilgini İbni Macid idi. Nasıl Çinlilerin, Türklerin kullandığı matbaa, onlardan öğrenen Alman Gutenberg'e mal edilmişse, Ümit Burnu'nun keşfi de bir diğer Avrupalı Vasco Da Gama'ya mal edilmiştir. Vasco Da Gama'ya mal edilen bu keşifte şeytanın aklının alamayacağı şöyle bir sahtekârlık bulunmaktadır. İbni Macid'in rehberliğinde Ümit Burnu'nu dolaşıp Atlantik'ten Hint Okyanusu'na geçen Vasco Da Gama, Mozambik kıyılarına geldi. Burada Arap asıllı İbrahim, Şirazi Sultanı olarak yerli kavimleri hakimiyetleri altına almıştı. Sultan İbrahim, Mozambik'e gelen denizcileri herhangi bir millete benzetemedi; fakat Osmanlı denizcileri olabileceklerini tahmin etti; zaten Portekiz adında bir devlet duymamıştı. Fuad Carım'ın "Türklerin Denizciliği" kitabından öğrendiğimize göre (Sayfa 76 ve devamı) olay şöyle cereyan etmiş, Fuad Carım da bunu Portekizli tarihçi Fernoo Lopes de Costanheda'nın kitabından tercüme etmiş. Dünyada gıpta ile bakılan İslam devletinin denizcilerini ülkesinde misafir etmekten Sultan İbrahim büyük mutluluk duydu. Yakınlığını belli etmek için Nicolau Coelho'nun kaptanı olduğu gemiyi gezerken Osmanlı Devleti'nin tebaasını limanında görmekten çok memnun olduğunu söyledi. Yanlışlığı fark eden Coelho, Osmanlı olmadıklarını belirtmedi. Sultan bunlara pek çok hediye sunduktan sonra başkaptan olan Vasco Da Gama'yı sarayında kabul etti. Konuşma esnasında Sultan, Vasco Da Gama'ya direkt Türkiye'den mi, yoksa değişik ülkeleri dolaşarak mı geldiğini sordu. Vasco Da Gama net bir cevap vermeden soruyu geçiştirdi. Sultan İbrahim nezaketsizlik olmaması için üzerine gitmedi. Sohbet esnasında Vasco Da Gama, Hindistan'a gitmek zorunda olduğunu, bu denizi iyi bilen iki rehbere ihtiyacı bulunduğunu söyledi. Osmanlı'ya hizmetten şeref duyan Sultan İbrahim, rehberlik yapmaları için iki Arap denizciyi görevlendirdi. Rehberlerden biri gemiye girince, bunların Müslüman olmadığını anladı; hemen Sultan İbrahim'e bildirdi. Sinirlenen Sultan onları tevkif ettirmek istediyse de Vasco Da Gama, diğer Arap rehberi cebren yanında tutarak 7 Mart 1498 günü demir aldı. Mütevazı Şirazi sultanlığında yaşayan coğrafya ve matematik bilgini İbni Macid'in adını kimse bilmez; fakat Ümit Burnu denince akla kaşifi olarak Vasco Da Gama gelir; tabii sahtekârlığını gizlemeyi de ihmal ederler. İlmi konularda Batılıların pek çok sabıkası vardır. Rahmetli Ali İhsan Yurd ağabeyimiz gerçek bir Akşemseddin uzmanıydı. Yaptığı çalışmada Akşemseddin Hazretleri'nin sadece mutasavvıf değil, devrinin en iyi hekimi olduğunu, tıp tarihinde ilk defa mikrop konusunu ileri sürdüğünü, hastalıkların da pek çoğunun bu yolla bulaştığını okuyoruz. Ondan yüz yıl sonra İtalyan hekim Fracastar aynı şeyi tekrarladı. Daha sonra da Lee Uween Hoeh'in mikrobu bulduğu, botanikçi Von Linne'nin de tıp kitaplarında yer alıyor. Bu üç Avrupalının tıp literatüründe adlarının geçmesi, Akşemseddin'in geçmemesi bize bir sorumluluk yüklemiyor mu? Kuduz mikrobunu ve aşısını bulan Pasteur, lise öğrencilerine okutulurken çiçek aşısını bulmakla insanlığı büyük bir afetten kurtaran Akşemseddin'den okullarda söz edilmemesini nasıl izah edebiliriz? Sadece basit bir ihmal mi? Yoksa İbni Macid'i silip Vasco Da Gama'yı öne çıkaran Batı'nınkinden başka kültür ve medeniyet olmadığını zihinlere çakmak projesinin bir uzantısı mı? 19/02/2007 ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|