05.05.09, 19:45 | #61 |
ATATÜRK'ÜN ANKARA'DA İLK KARARGAHLARI
Sivas Kongresinden sonra kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsileye'si 3 Ekim 1919'da Ankara'ya gitmek kararını vermişse de bazı olaylar bu hareketi geciktirmişti. Ancak 18 Aralık 1919'da Sivas'tan yola çıkılabildi. Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa kemal (Atatürk), yanında arkadaşları olduğu halde, 19 Aralık 1919 gecesi Kayseri'ye, 14 Aralık'ta Kırşehir'e gelmişler, yol üzerindeki köy ve kasabalar halkı ile görüştükten sonra, 27 Aralık 1919 Cumartesi günü saat 15. 30'da Ankara'ya ulaşmışlardı. Ankara, günlerdir karşılama hazırlıkları yapıyordu. Milli giyimleri içinde atlı ve yaya bir seğmen alayı, Kızılyokuş ve Dikmen sırtlarında Atatürk'ü bekliyordu. Halk, davul ve zurnalarla Atatürk'ün geçeceği yollara dökülmüştü. Ankara'daki 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) ve maiyeti, Ankara vali vekili ve arkadaşlarını eymir gölü yakınlarında karşılamışlardı. Konvoy Dikmen Sırtlarından şimdiki Genel Kurmay Başkanlığının önüne gelince ortalık karıştı. Seymenler, zeybekler, esnaf temsilcileri, öğrenciler ve binlerce Ankara'lı, tek ses, tek yürek olmuş, Atatürk'ü karşılıyor, alkışlıyor, (yaşa, varol) diye bağırıyorlardı. Yollarda kurbanlar kesiliyor, milli oyunlar oynanıyordu. Ankara'nın bayramıydı o gün. Kafile, şimdiki Kızılay'dan şehre yönelmiş, bugün Türk Hava Kurumunun bulunduğu kavşaktan istasyona sapmıştı. Gösteriler devam ediyordu. İstasyondan doğruca Ulus meydanına, buradan da Hükümet Konağına gelmişlerdi. Yahya Galip'in (Hoş geldiniz) konuşmasından sonra, Hükümet Konağında kısa bir süre dinlenen Atatürk, buradan Kolordu'yu ziyaret etmiş, daha sonra Heyet-i Temsiliye için hazırlanan, Keçiöerentepesi yamacındaki "Ziraat Mektebi"ne yerleşmişti. Atatürk artık Ankara'daydı ve ilk karargah olarak şu binalarda oturmuştu. I-Eski Ziraat Okulu : Keçiören tepelerini yamacında Çubuk çayına bakan iki katlı taş bir yapıydı. Heyet-i Temsiliye'nin çalışmalarını Ankara'da sürdüreceği haberi üzerine, Ankara Vali vekili Defterdar Yahya Galip bey, en uygun çalışma yeri olarak burayı seçmişti. Üst kata çıkınca karşıya gelen büyük oda ve bitişiğindeki oda Atatürk'e, sağdaki odalar Heyet-i Temsiliyenin üyelerine, soldakiler de bürolara, bir süre sonra Halide Edip (Adıvar)ın yönetiminde çalışmalar başlayan Anadolu Ajansına yarılmıştı. Alt katta, yemek salonu, şifre ve telgraf odaları, yaverler bürosu ve muhafız birliği yatakhanesi vardı. İlk T. B. M. M. 'nin hazırlıklarının yapıldığı, pek çok tarihi kararların verildiği bu karargah, Atatürk'ün önce İstasyondaki karargaha sonra Çankaya köşkü'ne taşınmasıyla, Kurtuluş savaşı yıllarında bir süre Genel Kurmay Başkanlığı Karargahı olarak kullanılmıştı. Bugün, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü burada çalışmakta, Atatürk Odası, eşyaları ile birlikte korunmaktadır. II-Ankara Garındaki Atatürk Karargahı : İlk karargah binası olarak kullanılan Ziraat Okulu, şehrin merkezine uzak olduğu için, ilk Büyük Millet Meclisi'nin açılışından kısa bir süre önce, Atatürk, Karargahını, Ankara Garındaki eski istasyon binasını üst katkına nakletmiş, çalışmalarını burada sürdürmüştür. Üst katta Atatürk'ün yatak odası, çalışma odası, bir toplantı salonu ve bir de yazıhane vardır. Atatürk, Çankaya'daki eski Köşke geçinceye kadar burada kalmış, birçok tarihi kararları bu binada almıştır. Bina bugün, Atatürk Konutu adı ile müzedir. III- Çankaya'da Eski Köşk : Çankaya'daki Bulgurzade Tevfik Efendi'nin Bağevi, Ankara'lılarca satın alınarak (Ordu Köşkü) adıyla Milli savunma Bakanlığına devredilmişti. Gar'daki Atatürk Karargahı yetersiz olduğu için Atatürk bu köşke taşınmış, 1932 yılında Yeni Köşk yapılıncaya kadar bu köşkte oturmuştu. Çankaya eski köşkü, iki katlıydı. Girişinde havuzlu bir holü vardı. Atatürk, 1923 yılı Ocak ayında Latife Hadım'la evlendikten sonra, bu elverişsiz evi daha kullanışlı bir duruma getirmişti. Havuzlu hol kaldırılarak burası altlı üstlü salon olmuş, kuleli bölüm eklenerek yeni odalar yapılmış, şöminelere konmuştu. Böylece Eski Köşk, 1932 yılına kadar Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılmıştı. Eski Köşk, bugün Atatürk Müzesi olarak düzenlenmiştir ww.uydulife.tv
__________________
|
|
05.05.09, 19:46 | #62 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Ankara Keçiören İlçesi
Yüzölçümü : 759 Km2 Rakım : 850 m Şehir Merkezinden Uzaklık : 3 Km Türkiye’ nin ve Dünya’nın en büyük Meteoroloji istasyonlarından biri ve Ankara Üniversitesinin bazı bölümleri, Atatürk Sanatoryumu ile Gülhane Askeri Tıp Akademisi bulunmaktadır. Ayrıca Mustafa Kemal’ in Kurtuluş Savaşına hazırlandığı ve karargah olarak kullandığı Ankara Eski Tarım Okulu bugün müze olarak Keçiören sınırları içerisindedir. KEÇİÖREN ADININ ANLAMI Her ne kadar bu konuda çeşitli rivayetler bulunsada Keçiören ismine ilk olarak Ankara Mufassal Tahrir Defteri H. (867/M)’rinde rastlanılmaktadır.1463 tarihli kayıtlarda Karye-i Kiçiviran Tabi-i Kasaba olarak geçmektedir. Bu kayıtlar rivayetlerden öte belgeli kayıtlardır ve eski Türkçe’de “Kiçi”, “Küçük” demektir. Kiçiviran da küçük viran yer anlamındadır. Zamanla da Kiçiviran Keçiören’e dönüşmüştür. Keçiören’in ilk resmi yazılı kaydını Fatih Sultan Mehmet Han yaptırmıştır. NAHİYE OLUŞU Tarihi 1200-1300 yıllarına dayanan Keçiören, Kalaba (Galebe), Etlik ve Ovacık Köylerinin arazilerinin gelişmesinden sonra 1936 yılında Bucak (Nahiye) oldu. İlk Nahiye Müdürlüğü görevini Osman Bedrettin Yolga ifa etti. Sonrasında Mehmet Derviş Çiyiltepe, Ahmet Feridun Demir , Nafi Muharremgil, Osman Macit Atay , Suphi Günay ve Hakkı Tataroğlu Nahiye Müdürlüğü yaptı. 1984 YILINDA İLÇE OLDU Keçiören 1966 yılında Altındağ ilçesine bağlandı, 1984 yılında ilçe oldu. Keçiören’in ilçe belediye sınırları içinde 43 mahallesi olup ayrıca Keçiören ilçesi sınırları içinde kalan Alacaören, Kılıçlar, Gümüşoluk, Kösrelik, Kurusan, Saray, Sarıbeyler köyleri ile Bağlum ve Pursaklar beldeleri de ilçeye bağlandı. Eski Keçiören Keçiören 'in adı Ankara 'nın ünlü keçilerinin otlaklarının olduğu yer olarak tanımlanır. Keçiören gecekondularının ilk görünmeye başladığı 1955'li yıllardan önce son derece temiz havası ve ünlü bağlarıyla adeta bir sayfiye (dinlenme) yeri gibiydi. Orta halli ve zengin Ankaralılar temiz havasından dolayı Keçiören'e gelirlerdi. Evler bahçe içindeydi ve bahçelerde her çeşit meyve ağaçları, kümesler, havuzlar ve kuyular bulunurdu. Insanlar meyvelerini ve sebzelerini yetiştirir, suyunu kuyulardan temin eder, fırınlarda birkaç aile birleşip 10 günlük ekmeğini yapardı. Keçiören 'in özellikle bağları, üzümü ve nefis armudu ünlüydü. Ankara'nın ticaretini elinde bulunduran gayri müslimler de Keçiören'de otururlardı. Ticaretle uğraştıkları için zengindiler ve evleri, bahçeleri temiz ve bakımlıydı. Çok güzel mahalleleri olan gayri müslümler daha sonraları Keçiören'den teker teker ayrılmışlar ve evleri de satılmıştı. Hacı kadın deresi temiz ve berraktı. Bu dere Dutluk, Duvardibi, Kuyubaşı, Ahmet Çavuş ve Mecidiye'nin arka tarafından akardı ve 1955 yıllarına kadar da temizdi. Halk, şimdi Dutluk durağına adını vermiş olan ve büyük dut ağaçlarının bulunduğu yere piknik yapmaya giderdi. Ankara'da bulunan yabancı elçilik mensupları da burada yürüyüş yaparlardı. Çubuk Çayı'nda halı ve kilim yıkanır, akıntının çok olmadığı yerlerde yüzülürdü. Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok ünlü isim Keçiören'de oturmuştur. Keçiören 'den atla Ulus'a giderler ve atlarını Taşhan'a bağlarlardı. Keçiören eskiden beri bir otel-kent görümündedir. Keçiören'de oturan bazı ünlüler; Kazım Özalp, Fevzi Çakmak, Yusuf Akçura, Celal Bayar, Reşit Galip, Ziya Gökalp, Hamdi Aksekili, Hasan Saka, Aka Gündüz, Vehbi Koç, Recep Peker, Cevat Abbas, Hamdullah Suphi Tanrıöver' dir. Keçiören'de hızlı nüfus artışı ve göçlerden nasibini aldı ve Ankara'nın sayfiye görünümü yeri görünümündeyken 1956-1957 yılarından itibaren gecekondular ve apartmanlar yapılmaya başladı 0 zamandan sonra eski havası yavaş yavaş bozulmaya başladı. İlk gecekondular Sanatoryum, Taşocağı ve mezarlık civarında başladı. İlk apartman 1949 yılında yapıldı. Plansız yapılan gecekonduların oluşturduğu semtlerde daha sonra şehir planı uygulandı ve Aktepe gibi gecekondu önleme bölgeleri kuruldu. 1984 tarihinde çıkarılan bir kanunla da gecekondulara tapuları verildi, belediye hizmetleri götürüldü ve ilçe düzenli hale geldi. Keçiören şimdi imar planlarının hemen hemen tamamlandığı, geniş ve planlı yolları düzenli yerleşimi, elektrik, su, kanalizasyon şebekeler ve rahat ulaşımıyla örnek bir ilçedir. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:46 | #63 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Türkiye Devleti`nin başkenti Ankara şehridir."
Efendiler, Lozan Antlaşması`nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolu uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye`nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti`nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye`nin başkenti Anadolu`da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu. Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı. Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul`un yeni milletvekillerinden bazıları, R e f e t P a ş a başta olmak üzere, İstanbul`un hükûmet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara`nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tessisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul`un "payitaht" olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim "başkent" deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki "payitaht"deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,"payitaht" sözünün de yeni Türkiye Devleti`nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi. Dışişleri bakanı İ s m e t P a ş a,9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis`e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi,13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur : "Türkiye Devleti`nin başkenti Ankara şehridir." Kaynak:Nutuk ANKARA`NIN BAŞKENT OLUŞU Lozan Barış Antlaşması`nın TBMM tarafından onaylanmasından sonra, İstanbul 23 Eylül 1923`ten itibaren tahliye edilmeye başlandı. 6 Ekim 1923`de İstanbul`un yabancı işgal kuvvetleri tarafından boşaltılması tamamlandı. Yabancı işgal kuvvetlerinin İstanbul`dan ayrılması, gündeme hükümet merkezi sorununu getirdi. İsmet Paşa (İnönü) hükümet üyesi olmakla beraber, Ankara`nın başkent oluşunu öngören önergeyi 9 Ekim 1923`te on dört arkadaşı ile birlikte, Malatya Milletvekili olarak TBMM`ne verdi. İsmet Paşa, Ankara`nın hükümet merkezi olması konusunu acil bir sorun olarak görmekte ve Lozan`dan itibaren zihnine yerleşmiş bulunduğunu ifade etmektedir. İsmet Paşa`ya göre, Ankara`nın başkent olması iç ve dış çeşitli sebeplere dayanmaktadır: "Lozan`da Batı dünyasının murahhasları, mütehassısları, diplomatları ile görüşüyorum. Bunlar İstanbul Hükümeti`ni İstanbul muhitini tanıyan insanlar ve yeni devletin o muhitin insanlarına göre kurulmasını arzu ediyorlar. Bunu her hallerinden anlıyorum. Bizim bakımımızdan meselenin daha ehemmiyetli ve değişik cepheleri var. Bir defa Boğazlar askeri bakımdan tamamıyla açık, tamamıyla emniyetsiz. Bu vaziyetteyiz. Lozan Antlaşması`yla elde edebildiğimiz neticeler ve tarihi şartlar bizi endişeye sevk ediyor. Ayrıca Anadolu`nun ortasında bulunarak ve bir Anadolu hükümeti olarak yeni devleti çalıştırmak istiyoruz". İsmet Paşa`ya göre; Ankara`nın hükümet merkezi olması meselesinin, hilafetle bir ilgisi yoktur. Fakat, Ankara hükümet merkezi olunca, hilafet bir bakıma devletimizin dışına atılmış oluyor: "Gerçi biz hilafeti devamlı bir müessese olarak düşünmüyoruz, Fakat Ankara`nın hükümet merkezi olması ve hilafet merkezinin İstanbul`da bulunması, ondan kurtulmak için ayrıca bir temel vasıta olacaktır." Teklif edilen Anayasa maddesi gayet kısadır: Türkiye Devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir." Ancak teklif edilen kanun maddesinin gerekçesi, Ankara`nın yeni Türkiye`nin merkezi olması gereğini açıklamaktadır. Gerekçe özetle, yeni Türkiye`nin varlığının, ülkenin kuvvet kaynaklarının gelişmesinin sağlanması, Anadolu`nun merkezinde başkent tesis etmek lüzumunu açıklıyor ve coğrafi ve stratejik durum, iç ve dış güvenlik de bunu gerekli görüyordu. 13 Ekim 1923`te TBMM`de kabul edilen tek maddelik bir yasa ile Ankara, yeni devletin başkenti olmuş ve böylece devlet merkezinin İstanbul olacağı yolundaki çekişmelere son verildiği gibi, Cumhuriyetin ilanı için de bir adım atılmıştır. Bu, aynı zamanda Milli Mücadele`nin başından beri uygulanan Ankara`nın İstanbul`a hakim olacağı esasının bir sonucu idi. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:46 | #64 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Ş.Koçhisar İlçesi
Şereflikoçhisar İlçesi Ankara’ya 150 Km. uzaklıkta ve güneyden en son ilçedir. Konya, Kırşehir, Aksaray İlleriyle komşudur. Yüzölçümü 1591 km². Güneyden ova, Kuzeyden dalgalı arazi yapısına sahip, denizden yüksekliği 975m'dir. Çıplak ve kıraç arazisinde hakim iklim,karasal iklimdir. Tuz Gölü ve Hirfanlı Baraj Gölünün arasında yer alan önemli akarsu yoktur. Sadece Peçenek Çayı zikredilebilir. Şereflikoçhisar'ın Hititler'den bu yana yerleşim birimi olduğu sanılmaktadır. Selçuklular ve Osmanlılardan beri yerleşim birimi olduğu muhakkaktır. Selçuklular zamanında ilçenin kuzeyinde Koçhisar Kalesi kurulmuştur. Çanakkale Savaşları'nda ilçeden çok kayıp oldugundan Atatürk tarafından şerefli ismini eklenerek Şereflikoçhisar diye anılmaya başlanmıştır. 1891 yılında ilçe olan Şereflikoçhisar Konya iline bağlanmış, 1933 yılında ise Ankara'ya bağlanmıştır. 1989 yılında Sarıyahşi 7 köyü, Ağaçören 27 köyü ile ilçe olup, Aksaray iline bağlanmıştır. Ayrıca Evren 9 köyü ile 9 Mayıs 1990 tarihinde ve 3644 sayılı 130 ilçe kurulması hakkındaki kanunla İlçe haline getirilerek Ankara iline bağlanmıştır. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:47 | #65 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Ankara Mamak İlçesi
Başkent Ankara’mızın doğusunda yer alan ilçemiz, gerçekte 600 bine yaklaşan, ancak resmi olarak 430.606 nüfusu ile orta büyüklükteki metropol ilçelerimizdendir. Bu nüfusu ile Mamak, ülkemizin bir çok kentini geride bırakmasına rağmen 2000’li yıllara kadar geçen süre içerisinde, gerekli olan gelişmeyi fazla gösterememiştir. Mamak ilçesi, 1983 yılına kadar Çankaya ilçesinin bir semti olarak konumlanmış, 29.11.1983 tarih ve 2963 Sayılı Kanunla Çankaya ilçesinden ayrılarak, Ankara’nın merkez ilçelerinden biri haline gelmiştir. Ankara İl Merkezi’ne 7 km. uzaklığı olan ilçemiz, güneyinde Çankaya, kuzeybatısında Altındağ, doğusunda ise Elmadağ ve Hasansoğlan İlçeleri ile sınırlıdır. 62 mahallesi bulunan ve 16.126 hektarlık bir alana sahip olan ilçemiz, bugün artık modern hayattaki yerini yavaş yavaş almaya başlamıştır. MAMAK ADININ KAYNAĞI Aslında Mamak adının nerden geldiği tam olarak bilinmemektedir. Mamak adının nereden geldiğine dair birçok söylemler bulunmaktadır. Bu söylemlere göre; Ansiklopedilerde; askeri ve sivil yerleşim alanlarına Mamak denir. Gerçekten de bakıldığında ilçemizde askeri ve sivil alanların iç içe olduğu görülmektedir. Mahat ve Gömü anlamına gelmektedir. Gömü; toprak altında saklanan değerli şeyler, define, çukur yerlerdir. Mahat ise; tahta seki, sedir veya derinin kıyısını çizmek için çift ağızlı tahtadan yapılmış saraç aracıdır. Anadolu’da köy ve kasaba adı olarak geçer. Yıldırım Beyazıt’ın vakfiyesine göre Mamak Ortaköy’ de bir çiftlik vardı. Bu çiftliğin bütün yönetimi ise ünlü komutan Tahir MAMAK’ a verilmişti. Ankara yakınlarındaki bir köyün adı Mamak’tır. Ahi Mamak diye anılır Ancak, Mamak adı hakkındaki bu söylemler arasında, ilçemizin adının Ortaköy’ deki çiftliği yöneten ünlü komutan Tahir MAMAK’ tan geldiği tezi daha ağır basmaktadır. MAMAK TARİHİ Mamak’ın tarihi, Ankara’nın tarihinden ayrı olarak düşünülemez. Ankara’nın da ne zaman kurulduğuna dair de kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak tarihsel buluntulara göre Mamak’ı incelediğimizde şu bilgilere ulaşmaktayız. Kutludüğün, Ortaköy , Gökçeyurt ve Kızılcaköy’de ve çevrelerinde Romalılar Dönemi’ ne ait bazı tarihi eserler bulunmuştur. Avram Galanti, Ankara’nın (bununla beraber Mamak’ın), Anadolu’nun önemli ticaret yollarının geçtiği yerdir. Zaman içerisinde bu yollar büyüyüp gelişmiştir. Doğu’ ya giden yollar, Taviyon’a giden yolar olup, bu yollar Mamak’ tan geçmektedir. Bu yollara ait mesafe taşları Ortaköy civarında bulunmuştur. Bu yollar ve bulunan mesafe taşları Romalılar Dönemi’ne aittir. Çünkü, Roma Yolları Ancyra (Ankara)’ dan geçmekte idi. Bu nedenle diyebiliriz ki; Mamak, Ankara’nın Doğu Kapısı’ dır. Mamak’ın tarihi, Ankara’nın kuruluş tarihi olarak anımsanabilir. Son zamanlarda bölgede yapılan araştırmalar ve bu araştırmalar neticesinde elde edilen bulgular ve izler, kentimizin, insanoğlunun yerleşik düzene geçtiği dönemlerde kurulduğunu göstermektedir. Aslında nereden bakılırsa bakılsın Mamak İlçesi’nin hangi tarihte ve ne zaman kurulduğunun saptanması kolay değildir. Ancak önemli olan çok eski bir geçmişe sahip olmasıdır. Bu bölgede yaşamış insanları, oturdukları yere verdikleri adlardan, tarihe geçmiş ilk adın çok az değişerek ya da hiç değişmeyerek günümüze kadar uzanmış olması da son derece önemlidir. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:47 | #66 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Ankara Kültüründe Türküler
Ankara türküleri, saz çalma töresince şöyle gruplandırılır: - Divan: Yaylı sazla çalınır, sazdan başka enstrüman kullanılmaz. Saz çalma bir töreye bağlıdır. Bu töreye göre en iyi saz çalan yaşlı kimse ortaya ve yükseğe bağdaş kurarak oturur, ikinci derecede saz çalanlar etrafına dizilirlerdi. Önce ağa teller üzerinde bir gezinti yapar, diğerlerine ayak ve düzen verir, yalnız başına bir divan söyler. Divanlar bir öğüt ve hayat dersi niteliğinde olup, nazım şeklindedirler. Tabiatı, aşkı, gurbeti, hasreti, isyan ve ilenci, yiğitlik ve kahramanlığı, ölümü tasvir ederler. - Kırat: Türkün kahramanlık öykülerine girmiş, yiğitlere arkadaş olmuş, onunla vuruşmuş, onunla ölmüş olan kıratın öyküsü anlatılır. - Muhabbet Havaları: Daha çok yaşlı ve olgun kimselerin topluluğuna denir. Bu toplantıda içki ve saz bulunmasına rağmen sık sık savak verilir. (Sazın dinlenmesi). Bu dinlenme esnasında sohbet edilir. Topluluğun en yaşlısı konuşur, diğerleri dinler. Saz başlayınca konuşulmaz, sesi uygun olanlar saza eşlik ederler. - Oturak Havaları (Kıvrak Zil Havaları): Muhabbetle oturak birbirinden faklıdır. Oturak aleminde saz ve içkiden başka kadın vardır. İçki ve mezeyi kadınlar dağıtır. Bunlar saki ve rakkase olarak adlandırılmış olup, para ile tutulurlardı. - Bozlaklar (Uzun Havalar): Genellikle aşk, gurbet, sitem, isyan, ilenç, yakarış gibi ruh hallerini ifade ederler. Başlangıçta aniden parlayan bir alev gibidirler. Yavaş yavaş hafifler ve nihayet sönerler. - Ağıtlar: Daima hüznü, kederi, acıyı ve zamansız bir ölümü ifade ederler. Ağıtlar, ya olay ile yakından ilgisi olanlar tarafından veya bu işi meslek edinmiş kişiler tarafından söylenir. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu ağıt yakanların sesleri güzel ve dokunaklıdır ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:48 | #67 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Halk Oyunları
Bugün Türkiye`nin her beldesinin ayrı bir özellik taşıyan halk oyunlarına göz atılırsa görülür ki, Ankara bu konuda olgunluk, mertlik ve vakar ifadeleri taşıyan unsurlarıyla, söz sahibidir. Ankara halk oyunları iki kısımda incelenir: a) Zeybekler: - Ankara Zeybeği: Oyunların en gösterişlisidir. Yiğitlik ve mertlik ifade eder. Bu zeybek sazla oynanmakta olup, ağır bir melodisi vardır. En az iki kişi tarafından oynanır, üçlü sacayağı denileni daha da gösterişlidir. Zeybek oyunlarında dikkat edilecek ve en başta gelen husus, oyunun vermiş olduğu karakteristik hava ve melodiye göre jest ve figürleri ayarlamaktır. Yani duruş, kasılış ve poz zeybek oyununun bütün ihtişamım ortaya koyar. - Mendil Zeybeği: Bu zeybek oyunu da ağır ve akıcı figürleri ile Ankara Zeybeğine yakındır. Keza iki kişi tarafından ya da daha fazla kişiyle oynanır. Bu zeybeğin en güzel görünüşü, çöküşte her iki dizin de yere vurularak doğrulmasıdır. - Karaşar Zeybeği: Ankara`nın ilçelerinden Beypazarı`nın Karaşar nahiyesinin eski Ankara ile ilgisi olduğu bilinmektedir. Gerek melodisindeki akıcılık, gerek oyundaki tek ayak figürleri ile dikkati çe¬ker. Zeybek söylenen türküyü takiben ve iki kişi tarafından oynanır. - Seymen Zeybeği: Diğer zeybeklerden tamamen ayrı bir özelliği olan seymen zeybeği diğer zeybek oyunları gibi sazla değil, davul zurna ile, iki veya üç kişi tarafından oynanır. Seymen zeybeği, isminden de anlaşılacağı üzere tertip edilen seymen alaylarında, düğünlerde, alayın önünde bulunan davul ve zur¬nanın hemen önünde kılıç veya tekke palalarıyla giden zeybekler tarafından oynanır. - Seymen Alayı: Ankaralıların dilinde efe, yiğit ruhlu ve atlı anlamlarında kullanılan seymenin uzun bir geçmişi vardır. Seymen düzme, Ankara halkının Oğuz Türklerinden armağan olarak yaşattığı bir gelenektir. Seymen düzmeyi, yalnız Ankara`nın saklamış olması bir raslantı değildir. Çünkü Ankara dolayları Oğuz Boylarıyla doluydu. Çubuk`da Kargın, Aşağı Çavundur, Büydüz; Elmadağ eteklerinde Bayındır; Yenimahalle`de Kayı, Kınık, Dodurga; Hüseyin Gazi eteğinde Peçenek, Yazır; Balâ`da Avşar köylerinin adları 24 Oğuz boyunun adlarından gelmektedir. Seymen alayı "Milli Ruh"un coştuğu zamanlarda kurulurdu. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri`nin kuruluşlarında böyle alaylar kurulmuştur. Mustafa Kemal`in Ankara`ya geldiği gün de sabah erkenden sancak dikilmiş, seymen alayı düzülmüştü. - Yağcıoğlu Zeybeği: Bu zeybek oyunu Efe Yağcıoğlu Ahmet Ağa`ya ithaf edilmiştir. Zeybeğin ritm, ayak oyunları, poz ve hareketleri mertlik ifade eder. Diz vuruşları, dönüşleri, melodisi, insanların eski Ankara`ya götürür. Saz, ayakta ve göğüste tutularak çalınır. b) Düz Oyunlar: Ankara düz oyunlarının ahengi farklı, ritmi yumuşaktır. Sazın sesi bazen hareketli, bazen duygulu, bazen de coşkuludur. Düz oyunların figürleri ayak oyunlarıyla süslenmiştir ve birbirine çok benzer. Hep¬si saz ile grup halinde oynanır, sazdan başka müzik aleti yoktur. - Misket: Yıllar önce yaşanmış gerçek bir aşkı dile getirir. Oyuna ayak figürleri hakimdir. Üç veya dört kişi tarafından oynanır. Bu oyunda üç hareket esastır. Duruş, yürüyüş ve sekiş. - Hüdayda: Ankara`nın eski bir oyunudur. İsmini, padişaha rakkaselik yapmış olan Fatma adında güzel bir kadından almıştır. İki kişiden fazlasıyla oynanmaz. Sekerek yürürken yapılan hareketler ilgi çekicidir. Karşılıklı kasılmadan ve ağır ağır gezinmeden sonra oyuna girilir. Efe, silâhını çekerek önce sağa, sonra sola, tekrar sağa sallanarak silâhını ateşler. Oyunun devamında karşılıklı gidiş geliş ve yan yana sekiş hareketleri estetik yönden doyurucudur. - Mor Koyun: İki ile dört kişi tarafından oynanır. Kol ve ayak hareketleri hakim olup, karşılıklı eş tutularak açılıp kapanma hareketleriyle kendine özgü bir estetiği vardır. Dört efenin bir noktada toplanıp hafif sağa eğilerek açılmaları bir gül goncasına benzetilir. Bu oyun da efsanevi bir aşktan doğmuştur. - Yandım Şeker: Düz oyunların en hareketlisi olup, yürüme, sekiş ve kolların ahenkli hareketi, seyrine zevk katan unsurlardır. Sazla, üç ile dört kişi tarafından oynanır. - Name Gelin: Ankara efelerinin en çok sevdikleri, daha çok yaşlı efelerin oynadıkları bir oyundur. Sağ ayak hep beraber yere vurularak oynanır. - Sabahi: Saz düzeniyle oynanan bu oyun, en ağır olanıdır. Türkü okunurken, iki ile üç efe ağır ağır gezinirler, arada bir dururlar; bu duruşta sağ el silahlıkta, sol el arkada belde olur. Türkünün bitiminde oyuna başlanır. - Yıldız: İki kişilik bir oyundur. Güzel bir melodisi olup, sazla oynanır. Bu oyun seher yıldızına ithaf edilmiştir. Eski sohbetlerde tanyeri ağarırken, pırıl pırıl parlayan yıldız artık sohbetin bittiğini, sabahın yaklaştığını hatırlattığı için bu oyun en son oyundur. - Çarşamba: Karşılıklı iki kişi tarafından oynanır. Çok hareketli bir oyundur. Kol hareketleri, karşılıklı gidiş gelişler ve kolların yukarıda olmayıp normal şekilde sarkıtılarak sallanışı göz doldurur. - Arap Oyunu: Bir kadın yüzünü siyaha boyar gözlerinin önüne un sürer, sırtına bir minder sokarak kambur yapar. Üzerine bir palto giyer, eline defi alır, kollarını sallayarak mani okur. Ankara halkoyunlarında kadınlar ve kızlar yer almamıştır. Kadınlar düğünlerde, şerbetlerde, kına gecelerinde ve kendi aralarında düzenledikleri eğlencelerde kendilerine özgü güldürücü, eğlendirici oyunlar tertip ederlerdi. Çalgı aletleri def ve kaşıktı. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:48 | #68 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
İnanışlar
HASTALIK ve TEDAVİ USULLERİ İLE BAZI İNANÇLAR Bu bahsi bilhassa almayı öngörüşümüzün sebebi, yıllarca ihmal edilmiş bir şehrin, o yıllardaki tedavi usulleri ile bu günkü başkent Ankara`nın tedavi usulleri arasındaki; o muazzam tekamül ve inkişafı göstermek bakımından istifadeli gördüğümüzdendir. Yıllar süresi ihmal edilmiş, dertli bir Anadolu var, o Anadolu ki; koskoca bir İmparatorluğun yükünü zayıf omuzlarında, yıllarca yokluk ve sefalet içinde izdırap duyarak taşımış, asker demiş vermiş, vergi demiş vermiş, ama kanayan yarasına ne bir merhem koyan olmuş ne de elinden tutup kaldıran bir kimse bulunmuş. İşte kendi kaderine bırakılan, ıstırap ve acı ile dolu Anadolu`nun bu izdirap ve derdinden bol bol nasibini alan Ankara`da; hastalık denilen o korkunç afet, elinde tırpanı ile yıllarca kol gezmiş, daha yavru doğmadan onu öldürmüştü. Ankara ki İmparatorluğa yıllarca vilayet merkezliği yapmış, beylerbeylerinin ülkesi olmuş, yani ikinci derecede bir vilayet iken, kanayan yarasına neşter vurulmamıştı. Cahil kalan halk, hastalığına, derdine devayı maaselef hurafede aramış ve onun pençesinde ölüp gitmiştir. Aşağıda vereceğimiz ve halk arasında çok yaygın olan bir iki misal; hastalığın ne yollarda tedavi edildiği ve bazı itikat ve inançların bu tedavilere nasıl hakim olduğunu, bir ibret levhası olarak gözlerimizin önüne bütün çıplaklığı ile sermektedir. Çok değil bundan en az 60-70 yıl önce Ankarası`nda ne doktor, ne ilaç, ne de hastane vardı. Doktor yerine cerrahlar vardı. Bunlar muhtelif otlardan yaptıkları, hap ve merhemleri hasta kimselere verirler, bıçak ve kurşun yaralarını tedavi ederlerdi. Son yıllarda Ankara`da, Vasilaki ve İstavraki adlı iki doktor vardı. İkisi de iyi doktor olmasına rağmen, "Adam sende, kırk yıl kıran olmuş da vadesi gelen ölmüş" inancı içinde, hastalanan yüz kişiden ancak üç kişi bu doktorların kapısını çalmıştır. İlaç malzemesini atarlar satardı. En mühim ilaçlar; Kına kına, sinameki ve İngiliz tuzu idi. Midesi veya iç uzuvlarından birisinden hasta olup ölenlere "Barsakları dolandı da ondan öldü" derler, çocuğa havale mi geldi, doğru vergi başkatibi Mahmut efendiye; sarılık mı oldu, bu hastalığın ocağı Kütükçülere, kırık çıkık mı var, Kelleci Ali dayıya, kuduz mu oldu, Kılcı Yogi`ye, sivilce veya çıban mı var doğru Burçaklar köyüne, ishal mi oldu, leblebi kavutu yesin, dişi mi ağrıdı, doğruca Saraçlar çarşısında berber Arif dayıya, ya git. Kasap pil Kadir ağaya koşsun, yarısı içerde yarısın dışar da kerpetenle söksün... İşte dünün kendi kaderine terkedilmiş, Ankarası`ndaki tedavi şekli bu iken, bugün hastalığın tedavisinde nerelere geldiğimizi göstermek için bu mevzuyu almayı öngörmüş bulunuyoruz. Ankara`ya ilk gelen Türk doktoru Neşet Ömer bey ve Dr. Selahattin beydir. Şimdi, bir iki misal vererek eski tedavi usullerini görelim: Sarılık: Halk arasında sarılık olarak yaygın olan bu hastalığın tedavi şekli de enteresandır. Sarılık olan bir kimseye, bir altın parçasını suya atarlar, ıslatırlar ve hastaya bir hafta suyunu içirirler. Keza sarılık hastasını da bu hastalığın ocağına götürürler. Sarılığı kes¬tirirler. Kestirme işi şöyledir: Hastanın alnının ortasını hafifçe us¬tura ile keser. Akan kanı alır, hastanın yüzüne sürer, bir hafta perhiz verir, acı ve bulgur yenmez. Sıtma: Sıtmalı hastaya da hastalıkla hiç ilgisi olmayan birtakım âdetler tatbik edilir. Mesela sıtmalıyı alıp bir türbeye götürürler. Orada sıtmalının bileğine ip bağlanır. Dedeye adak adanır, mum dikilir ve türbenin penceresine bir bez bağlanır. Sıtmalı çocuğa. dağda çobanın gezdirdiği kuru ekmek suda ıslatılarak yedirilir. Ayı tüyünü veya yılan kabuğunu yakıp dumanına hastayı tutarlar. En güzeli de sıtmalı çocuğa, iki kumalı (iki evli) kimsenin ekmek teknesinden ekmek çalarlar, onu çocuğa yedirme şeklidir. Oklama: Nazardan başı ağrıyanları oklarlar. Ocaklı kadın eline bir oklava alır, hastanın başında bazlama tahtası tutulur. Ocaklı kadın kendi kendine şöyle konuşur. Selamün aleyküm Aleyküm selam Tatar nerden geliyorsun Tatar handan geliyorum Ne vurursun Sancı vururum Vurmam Vururum Vurmam Vururum Vurmam Vururum der ve tahtaya yavaş yavaş vurur. Bu hareket üç defa tekrarlanır. Boğmaca: Boğmaca olan çocuk, Arslanhane`de caminin önündeki taşa yatırılır, derviş veya ocaklı bıçakla boğazını sıvazlar. Yahut Ak Şemsettin Türbesi`nin anahtarını boğazına sürerlerdi. Türbeye bırakılan bir gömleği bir gece durduktan sonra çocuğa giydirirler, 40 gün çocuktan çıkartmazlar di. Benden evvelki iki kız kardeşim de bu yolda tedavi gördüklerinden maalesef zavallılar ölmüşler. Bulgur Püskürmesi: Kan bozukluğundan ötürü vücutta çıkan ufak kırmızılıklara bulgur püskürmesi denirdi. Ocağı Hacettepe`de idi. Ocaklı kadın ağzına doldurduğu bulguru, vücuttaki kırmızı beneklere püskürür, okur, üfler, bulgurla sıvazlar, bir haftalık perhiz verirdi. Çiçek: Çiçek çıkartan çocuklara Hakik taşı ile Bakır`ı çocuğun alnına takarlar, kırk gün durur. Dumandan, yemek kokusundan tecrit ederler, bol bol tatlı yedirirler, çiçeğin beyi çıkmasın diye kabuklarını çocuğa yedirirlerdi. İshal: İshal olana koruk suyu, yahut miyane kavutu (kavrulmuş un) aç karnına yedirilir, yahut da ahlat (Yabani Armut) hoşafı içirilirdi. Hacahmat - Kan aldırma: Mayıs ayında, ilkbaharda kanı gür olanlar, sağ ayağından sol kolundan kan aldırırlar. Kanalmak (Neşterle) (bir nevi yaylı keskin bıçak) kol damarına yerleştirilir, yayını bırakır bırakmaz bıçak damarı keser ve kanı akıtır. Ekseriya berberler bu işi yaparlardı. Nezle: Nezle olan kimsenin başına deve yününü sararlar. Ayrıca tuzu kavururlar, bir torbaya koyarak nezle olanın başına sararlar. Hastanın yüzüne al bir örtü örter, üzerine pamukları kor ve yakardı. Ondan sonra da en fecisi örtüyü kaldırır, yüzünü gözünü tükürük içinde bırakırdı. Buna Alazlama denirdi. Bademcik: Bademciği olan kimseler de keza ocağına gider, ocak başparmakla bademcikleri ezer ve sap kavrularak dövülür, hastanın boğazına kamış bir boru ile üflenir. Basma Hastalığı: Bu günün tıbbında farenjit denilen hastalık olur, tatlı elmayı ateşe gömerler ve hastanın boğazına sararlardı. Baş Ağrısı: Başı ağrıyan kimsenin, kurbağayı alnına sararlar. Kurbağa ölürse iyidir. Ölmezse etini hastaya yedirirler. Bıçılgan: İnek memelerinin çatlamasıdır. Süpürgenin ucunu yakarlar. Hayvanın memesine vururlar, yahut bebe toprağını melhem yaparak çatlaklara sürerler. Yahut da ısırgan otu lapasını sararlar. Göz Çıbanı (Nazar çıbanı): Göz çıbanı çıkan kimseye, kesilmiş bir koyunun gözü, kına ve su ile karılır, bu melhem çıbana sürülür, çıban azar üç gün sonra iyi olurmuş. Kan Kabarcığı: Bu kabarcık daha ziyade gözün akında olur, buna da göz kapağını devirirler, ocaklı kimse gözdeki bu kabarcığı altınla çizerek tedavi eder. Hıyarcık: Hıyarcık çıkartan kimseye, hıyar turşusu konmak suretiyle tedavi ederler. İnce Hastalık (Verem): Bu hastalığın ne kadar korkunç olduğu bu gün malum; bu hastalığa tutulanlara kara eşek sütü içirirlermiş. Bu sari ve öldürücü hastalığın tedavisi de bu idi. İt Dirseği: Gözünde it dirseği çıkan kimse, bu hastalığın keza ocağına gider, ocaklı kolunun dirseği ile orayı sıvazlar. İngin (Yarım Felç): Kadın başı kabağını kaynatırlar ve bu kabağın içine hastayı gömerler. Körükleme: Bir nevi çıbandır. Ocağına gidilir körükletilir. Körükleyici kimse, kendiri dider ve yakar, külünü bir kap içinde yağ ile karar melhem yapar, bu melhemi çıbanın üzerine koyarak çıbanı sarar. Bu işi ekseriya Museviler yaparlardı. Ekşi, acı gibi şeylere perhiz verirlerdi. Kıt Durgunu: Ekseriye emzikli kadınlarda olur, meme şişer süt akmaz. Bunun için de emzikli kadın şişen göğsünü içi dolu bir testiye sokar. Saçını da göğsün üstüne koyarak saç taranır. Kırkın: Kırkı çıkmayan çocuklarda olan bu hastalık, çocuğun yüzünde yara halinde tezahür eder, tedavisi için, kaplumbağa kabuğunu yakar, döverler, ince tülbentten elerler içine biraz tuz koyarak; çocuk doğar doğmaz bu tozla sıvarlar. İğne başı gibi ufak başlı sivilciler olup, buna ilaç itikat gereğince yapılmaz. Kan İrini: Burun kanamasıdır. Kanı dindermek için; burnu kanayan kimsenin alnına, kan taşı yüzüğü bağlarlar, ayrıca örümcek ağını pamuk gibi buruna sokarlar. Siğil (Seyil): Siğilin erkeği ve dişisi olur, dişisi ürer çoğalır. Siğili olan kimse için Mühanlar köyünden kırmızı bir toprak getirilir; bu toprağı siğiller üzerine sürerler. Ayrıca ayın ilk çarşambasında, ellerde kaç tane siğil varsa o kadar buğday tanesini kaynatırlar, bir ipe dizerler, sokak kapısının arkasına asarlar, kuşlar buğdayı yer siğil de geçermiş. Sallık: İdrarını tutamayan, aynı zamanda idrarını yapamayanlardır. Bu hastalık için şu tedavi usulleri yapılır. a - Miyan kökünü ağızda çiğnetip yuttururlar. b - Arpa unu ile ardıç katranını hap yaparak verirler. c - Hamam leğeninin içine (derin ve uzun bakırdan) eski saman, deve kığı (pisliği), soğan kabuğu koyarlar ve kaynatırlar, leğenin üzerindeki deliği bir kapakla kapatırlar, hastayı bu tahtanın üzerine oturturlar, onun buğusunda bir saat kadar oturur. d - Çiğdem, zamanında koklanmadan toplanır, kaynatılır, içirilir. e - Mısır püskülü kaynatılarak içilir. Temreğe: Temreğe iki türlü olur biri sulu temreğe, diğeri kuru temreğe. Sulu temreğeyi arpa ile çizerler. Cevher toprağını ıslatırlar her sabah aç karnına içirirler. Zehirli Kertenkele Sokması: Çor (tuzlu ayran) içirilir, ya da sokulan yere eşek derisi sürülür. Sokulan yer boğdurulur ve kuru zerdali ıslatılarak ezilip sarılır. Kurşun Dökme: Bu âdet ve tedavi usulü hâlâ revaçta olup, zammımıza kadar gelmiştir. Kurşun dökme, nazar değmiş kimseye, hastaya, asabi mizaçlı çocuklara, sıkıntılı kimselere dökülür. Kurşun dökme işini umumiyetle yaşlı kadınlar yapar. Kurşun döken kadın mutlaka ocak ve izinli yani (fatıma anamızın elini almış) olmalıdır. Biraz kurşun bir kepçe içinde ateşte eritilir. Bir kalburun içine biraz ekmek, tuz, buğday, arpa, bir bıçak, bir iğne, bir ayna konulur. Kurşun dökülecek hastanın başına bir örtü örterler. Kalburu hastanın başına tutarlar. İçinde su bulunan bir tasa eriyen kurşunlan dökerler. Soğuk suya dökülen kurşunlar haliyle donacaktır. Bu donma halinde göz göz ve pütür pütür bir manzara arzeder. Kurşunu döken: Gördün mü? göz var der ve hastayı okur üfler. Bıçakla sığar. Kalbura konulan ekmek, buğday vesaire köpeklere verilir. Kaşıntı: Vücudu kaşınan kimselere çor içirilir. Çor bol tuzlu yoğurttur. Dolama: Ocaklı kimse, dolama olan parmağı ağzının içine alır. Yavaş yavaş, döndüre döndüre ısırır, tükürükle, okur, üfler. Bu hareketi üç kerre yapar. Ocaklılar ekseriya bu işler için para almazlar. Para yerine, köpeklere ekmek verdirir. Yağlı çıra ateşte yakılır ve yağlan çatlaklara sürülür. El Terlerse: Hiç tanımadığı bir kimsenin evine girilir. Yatak ve yorganına el değdirilir. Terleme geçermiş. İşte yukarıda bol bol saydığımız hastalıkların devası da bunlardı. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:49 | #69 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Ankara Kültüründe DİL
Dil (Lehçeler, ağız-şive, sözcük hazinesi, gün, hafta, ay adları) Günümüz Ankara ili 4 milyonluk nüfusu, 30.613km2`lik yüzölçümü ile Orta Anadolu Ağzı özelliklerini taşımakta idi. Bugün özellikle kent nüfusu başka yörelerden göç almış olup büyük ölçüde bu özelliğini yitirmiş durumdadır. Ağız özelliklerini artık yalnızca çevre ilçelerde ve köylerde görmek mümkündür. Söz dağarcığı: Ankara ağızları geniş bir söz dağarcığına sahiptir.Söz varlığı incelendiğinde eski Türkçe ve eski Anadolu Türkçesi döneminde kullanılan, ancak bugün yazı dilinde kullanılmayan bazı kelimelerin, farklı şekil ve anlamlarda da olsa, Ankara ağızlarında kullanılmakta olduğu görülür. Bu kelimelerin bazıları şunlardır. Altatar : Altılı Tabanca Avsunlu : Zehir Tesir Etmeyen Bazlama : Sacda Pişirilen Ekmek Bil : Bel Bisleğeç: Pişen Hamuru Sacta çevirmek için yassı tahta Capıt : Bez parçası Cıngı : Kıvılcım Çepken : Efe Yeleği Çot: Sakat Döş : Göğüs Enteri : Entari Farçalamak : Şımarmak Günüleme : Kıskanç Hayrat : İşine Devamsız Höşmerim : Bir Yemek Husalanmak : Merak Etmek Kaykılmak : Yan Gelip Yatmak Okkalı : Ağır Zati : Zaten ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
05.05.09, 19:49 | #70 | |||||||||
V.İ.P. ÖZEL ÜYE
Üye Numarası: 743
Üyelik tarihi: 28.03.2009
Yaşım: 61
Mesajlar: 2.555
Konular: 131
Rep Gücü : 21
Rep Puanı : 359
Rep Seviyesi :
Level: 40 [] Paylaşım: 0 / 989 |
Sincan ın Tarihçesi
SİNCAN (Merkez İlçe) Sincan’ ın Nüfusu 2000 yılı : 289.440 (Ama şu an 600.000 diyolar Yüzölçümü : 420 Km2 Rakım : 855 m Şehir Merkezinden Uzaklık : 27 Km Sincan, Cumhuriyetin ilk yıllarında 28 hane ve mescitten oluşan bir köy iken Atatürk’ ün önerileri ile yurtdışından gelen Soydaşlarımızın buraya yerleştirilmeleri ile tipik bir göçmen köyü görünümünü almıştır. 1956 yılında bucak merkezi haline getirilmiş, aynı yıl merkezde belediye teşkilatı kurulmuştur. Nüfusu hızla artan Sincan bucağı 30 Kasım 1983 tarihinde çıkartılan 2963 sayılı kanunla ilçe haline getirilmiş, daha sonra da 8. 3. 1988 tarih ve 88/ 12721 sayılı bakanlar kurulu kararıyla Büyükşehir Belediye sınırları içerisine alınmıştır. Ankara Sanayi ve Ticaret Odası tarafından kurulmuş olan Organize Sanayi Bölgesi Sincan’ da bulunmaktadır. İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara iline bağlı olan Sincan'ın kuzeydoğusunda Kazan, doğusunda Yenimahalle ile Etimesgut, güneyinde yine Yenimahalle, güneybatısında Polatlı, batı, kuzeybatı ve kuzeyinde de Ayaş ilçeleri bulunmaktadır. İlçe dağlık alanlarla kuşatılmış olup, daha çok orta kesimlerde tektonik çöküntü olan düz alanları vardır. Mürted Ovası diye anılan bu alan doğu ve batıda iki fay çizgisi ile sınırlanır. Kuzeydoğu kesimini Karyağdı dağının batı uzantıları, doğusun Ayaş Dağının uzantıları hakimdir. İlçe topraklarını Sakarya'nın kollarından Ankara çayı sular. Yüzölçümü 420 km2, 2000 yılında yapılan genel nüfus sayımına göre toplam nüfusu 289.440'tır. İlçe ekonomisini çok az olarak bitkisel üretim ile hayvancılık karşılarsa da burada yaşayanlar çalışmak amacıyla her gün Ankara'ya giderler. Ayrıca ilçede sanayi tesisleri ve kombinalar bulunmaktadır. İlçedeki kil yatakları da işletilmektedir. Sincan, İpek Yoluna yakın oluşundan ötürü tarihi çağlarda önem kazanmış, Asya'da da aynı ismi taşıyan bazı yerleşim alanları bulunmaktadır. Etimolojik olarak bakıldığında da Sincan Şen, Canlı İnsanların Yurdu anlamına gelmektedir. Sincan’ın kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber XVII.yüzyıl arşiv kayıtlarında Sincan Köyünün adına rastlanmaktadır. Sincan, Cumhuriyetin ilk yıllarında 28 hane ve bir mescitten ibaret bir köy iken Romanya ve Bulgaristan'dan gelen göçmenlerle, 1950 yılında nüfusu 1258'e ulaşmıştır. Atatürk’ün emriyle Sincan’a 100 hanelik Romanya Köseabdi'den göçmenler getirilmiştir. Bunlar Sincan'a gelirken lale soğanları ile birlikte gelmişlerdir. Bu nedenle de Sincan denildiğinde öncelikle akla lale ve lale bahçeleri gelmektedir. Sincan, İstanbul-Ankara tren yolu ile Ankara-Beypazarı-Ayaş Devlet karayolu üzerinde olması nedeniyle kısa zamanda hızlı bir şekilde gelişmiş, 1956 yılında Yenimahalle İlçesine bağlı Bucak Merkezi haline dönüştürülmüş ve 1983 yılında da ilçe konumuna getirilmiştir. ww.uydulife.tv
__________________
|
|||||||||
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|